ANILAR I
1970 yılının başlarıydı ilk kez Tepebaşı’n da ki sakız apartmanında İstanbul satranç derneği ile tanışmam. O zamanlar sadece taşların hareketlerini yarım yamalak biliyordum. Babam Dr. Cahit Öney ben küçükken öğretmişti. Kendisi çok meraklı bir satranç aşığı olarak derneğe gider orada kâh satranç kâh briç oynardı. Ben de bu vesile ile peşine takılırdım.14 yaşında bir çocuğun o zamanlar Aksaray’dan Tepebaşı’na yalnız gidebilmesi çok zordu.
Evet derneğe ilk gidişimde karşılaştığım manzara beni çok etkilemişti. Kelli felli insanlar satranç oynamakta ancak sadece saatlerin tik takları duyulmaktaydı. Hiç kimse konuşmuyor sadece ara sıra hamle yapıyorlardı. Çok azı satranç saati ile oynuyor ve onları seyredenler de aynı sessizliğe uyum sağlıyorlardı. Kendi kendime düşünüyordum bu insanları bu kadar cezbeden tılsım ne diye ancak bir türlü anlam veremiyordum. Neticede bütün taşlar eşit olarak oyuna başlanıyor fikrinden yola çıkarak bende de oynama arzusu belirdi. Ancak oynayacak kişi bulmak çok zordu. Herkesin hem yaşları benden çok büyüktü hem de çok ciddi insanlardı. Şu anda İSD’de halen görev yapmakta olan Vatan HACIEFENDİOĞLU beni babamın hatırına kırmaz hem çay servisi yapar hem de beni yenerdi.
Hatırlayanlar bilir bir de Hayrettin DAHİK vardı ki derneğin en zayıf oyuncusuydu tabi ki benden sonra. Geceleri saat tam 21.00’de gelirdi. Gazete toplar onları satarak geçinirdi. Her gece hep onu beklerdim ve gelip beni yener ve çok mutlu olurdu. Bu böyle iki ay kadar sürdü. Kendime çok kızıyordum. Bütün taşlar eşit olduğu halde siyahla da beyazla da kaybeden hep ben oluyordum. Bir şeyler yapmalıydım. Okulum tatile girince ilk işim berbere gidip saçlarımı sıfıra vurdurmak oldu ki o yıllarda İspanyol paça pantolon ve uzun saç modası vardı. Evet, eve kapandım sadece ve sadece satranç çalışmak için. Ancak o zamanlar Türkçe satranç kitabı yok idi. Ancak Rus dilinde o da babamın merakı neticesinde bazı kitaplar vardı. İlk işim Rus alfabesini öğrenmek oldu. Günde kesintisiz on sekiz (18) saat evet yanlış okumadınız 18 saat satranç çalışmaya başlamıştım. Sadece yemek, doğal ihtiyaçlar ve uyku yüzünden ara veriyordum çalışmalarıma
ANILAR II
Bu arada İSD de yapılan bir yeni yıl çekilişinde babama Europa Echecs aboneliği ve eski sayıları çıkmıştı. Artık keyfime diyecek yoktu. O zamanlar satranç derneğinde satrancın yanı sıra hayat ile ilgili de birçok şey öğreniyordum. Derneğin müdavimlerinin hemen hemen hepsi kendi mesleklerinin de duayenleriydi. Rus dili dâhil 6-8 dil bilen çok efendi kişilerle beraber olabilmek onların sohbetlerinde bulunmak, beni yaşıtlarım arasında da ayrıcalıklı hale getiriyordu. Musa Tebi, Cavit Uzman, Orhan Günsav, Uluğ Nutku, Mübin Boysan, Nevzat Süer, Demir Büyüközkaya, Coşkun Külür, Selim Palavan ve daha niceleri.
Rahmetle anıyorum ve de arıyorum… O şahsiyetler hiç üşenmeden bana getirdiğim kitapları tercüme eder ve benimle ilgilenirlerdi. Ancak babamın hakkını asla ödeyemem. Satrançta bir yere gelmişsem asıl etken maddi ve manevi olarak babam Dr. Cahit Öney’e aittir.
Çalışmalarımın neticesini görebilmek için derneğe gider beni yenenleri teker teker yenerdim. O beni yenenler artık benden oyun alamamaya başladıklarında benim ile oynamamaya başlamışlardı. O zamanlar Demir abi ile Mübin Bey yıldırım oynarlar ve bizlerde seyrederdik. Bir gün Demir abi Mübin beyi beklerken ben de kendisi ile bir yıldırım oynamak istiyordum ama teklif etmeme imkân yok. Sağ olsun babam devreye girdi ve bir oyun olarak oynamaya başladık ancak benim kendisinden puan almam neticesinde o bir oyun oyunlara dönüşmüştü. Bütün dernek başımıza toplanmış izliyordu… Mübin Bey gelene kadar oynadı benimle Demir abi ve en sonunda babama Dr. bu çocuk olmuş dedi. Mutluluğum tarif edilemezdi.1971 yılı itibariyle dernekte birçok turnuvaya katılıp iyi sonuçlar almaya başlamıştım. Tabi ki o zamanlar yaş gurupları falan yok.1973 senesinde Türkiye Gençler Birincisi olunca İngiltere’de yapılan Dünya gençlere gittim. Kendimi yenilmez olarak görüyordum. Hele bir de ilk turlarda aldığım sonuçla iyiden iyiye havaya girmiştim. E ne de olsa 17 yaşın vermiş olduğu hayat anlayışı. Turnuva sonunda 60 kişi içinde 28. olunca hem üzülmüş hem de işin ciddiyetini anlamaya başlamıştım. Oradan param yettiğince kitap alarak İstanbul’a döndüm ve o kitapları hatmetmeye başladım.
ANILAR III
Ayrıntılara girmem istendi… Evet, 1970’li yılları satranç adına da bilmek lazım diye düşünüyorum. Tepebaşında sakız apartmanı İstanbul satrancının kalbi sayılıyordu. Ondan önce gene tepebaşındaki kanuni esasi kahvesinde satranç oynanırmış. Ben o anlara yetişemedim. Daha sonra da Beyazıt semtindeki meşhur küllük ve Beyazıt Kıraathanesi satranç meraklılarının değişmez mekânlarıydı. Ben okuldan çıkınca önce Beyazıt sonrada İSD’ ye giderdim. Ama satranç tamamen amatörce kısaca kahve satrancı biçimindeydi. Mesela; ben “şah + piyon ve şah” oyun sonunda o piyonun nasıl vezir olamayacağını tamamen pratik yaparak, yenile yenile öğrenmiştim. Kısaca özellikle kahvelerdeki ustalar bir şey öğretmez sadece yenip kızdırırlardı. Dernekte oynanan açılışlar hep aynıydı. e4 e5…d4 d5.ondan sonrası Allah Kerim… Bir de Fransız açılışı tercih edilirdi tabiki ilk birkaç hamle. Yani kısaca açılış bilgisi yok idi. Zaten açılış kitabı da yoktu ki. Benim elimde o zamanlar incecik bir Alhek’in açılışının kitabı geçmişti ben de oradan olmayan Rusçamla açılışı kör topal öğrenmiş ve e4 hamlesine karşı Af6 oynadığımda özellikle kahve oyuncularının çok hoşuna gidiyordu. Zayıf hamle bu deyip hep kaybediyorlar ve beni küllükten kovuyorlardı.
Tabiki abim Rıza Öney’i de anmadan geçemem. O da gayet iyi oynar ve başlarda kendisinden parti dahi alamazdım. Kısacası ailecek satranççıydık. “Süer” satranç dergisinin kapağına başlık düşmüştü rahmetli Nevzat Bey. “Öneylerin en küçüğü ama en acarı” diye. Düşünsenize o yaşlarda olan benim mutluluğumu. Tabiki o zamanlar uluslararası turnuvalar yok denecek kadar azdı. Zaten hak elde etsem bile ancak babamın verdiği para ile katılabiliyordum. Babam adeta sanki benim için çalışıyor gibiydi. Dünya gençler, Avrupa gençler ve Balkan birincilikleri katılabildiğim tek turnuvalardı. Ancak Balkan birinciliğinde ya biz ya da Yunanistan sonuncu olurdu. Yani biz Yunanlılarla çekişirdik sonunculuk için. Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk diğer rakiplerimizdi ve hepsi de çok kuvvetli oyunculardı. SSCB ekolü… Bizleri şahıs olarak bir puan görürlerdi.6 masa üzerinden oynanan maçlarda yarım puan almak bile bir başarıydı.
ANILAR IV
İngiltere’den döndükten sonra artık ben de özellikle Balkaniyadların vazgeçilmez elemanıydım. Artık milli olmaya başlamıştım. İnanın kaç balkan birinciliğinde oynadığımı bilmem zamanlar Balkan birincilikleri tabiki takım halinde altı masa üzerinden yapılırdı.6.masanın genç olması kuraldı. Yani 20 yaş altı. Ben de önceleri hep 6.masada oynardım. İlk balkaniyad maçım hiç unutmam Bulgarların o zamanlar altın çocuğu İnkioff ileydi. Oynadık oynadık ve sonra ajurne (ertesi güne ertelendi) oldu. O zamanlar maçlar 2.5 saat 40 hamle ve 1 saat 20 hamle oynanırdı bitmez ise ertesi sabaha ertelenirdi. Son konum ben beyazla at fazlayım ancak rakibin de aynı kanatta üç Er’i var, analiz ediyor. Bulgarlar ve hep siyahı kazandırıyorlardı ancak Cavit Uzman beni analiz masasından kaldırdı sabah ola hayr ola dedi. Bu arada Bulgarlar benim yaşıma itiraz ettiler. Hâlbuki Dünya gençlerden yeni gelmişim yaşım henüz 17.Pasaportuma bile inanmayıp Ankara’ya yaşımı teyit için telex çekmişlerdi. Ama tabiki istekleri olmadı ve oyun berabere bitti. O zamanlarda o tip ülkelerden yarım puan almak bile mucizeydi. Övünmek gibi olmasın da bilenler bilir Balkaniyatların korkulu rüyası sayılırdım. ? Yanılmıyorsam Sait Halim Paşa yalısındaki ’80 Balkaniyat’ta -ki biz iki kez yapmışltık.1975 ve 1980- Yugoslavlarla oynuyoruz. Bizim takım 5.5 – 0.5 kaybetmişti. Gene yarım puanı ben almıştım ama nasıl… Hulak ile siyahlarla oynuyorum ve Hulak’ın o yıl Yugo yıldırım birincisi olduğunuda biliyorum.
e4’e karşı Af6 oynayarak oyuna başladık.
ANILAR V
Eveeettt… GM Hulak ile siyah taşlar bende ve en çok sevdiğim açılış olan Alekhine Defans ile maça başladık. Geçmiş zaman atım a5 karesinde ilgisiz bir konumda ancak ben de bu arada devamlı kiş yakalamış vaziyetteyim. Bir iki kez aynı konum oldu ve ben başka bir hamle yapmayıp aynı hamleyi yaparsam berabere olacak. Ancak hamle Hulak ‘ta düşünmeye başladı fakat yapacağı hamle mecburi hamle çünkü devamlı şah çekiyorum. Düşündü düşündü düşündü ve Bayrağı kalkmaya başladı 40 hamlenin dolmasına en az 10 hamle var ve 30 sn. kalınca tek hamleyi yaptı ve beni göz hapsine aldı. Bu demek ki bak az vaktim var oynarsan saatten kazanırsın. Ben tabiki berabere hamlesini yapmazsam kaybedeceğimin farkındayım çünkü durumum iyi değil… Beraberemi takarak Hulak’ı da üzmüştüm. Bir de gene Balkaniyad’ın birinde Ghinda ile oynuyorum ancak benim durum kayıp ve maç ajurne oldu. Bana kazanınca Romanya takım halinde birinci oluyor. Onların analizatörü olan Botez sağolsun maçı analiz edip Gihinda’nın eline vermiş. Botez’ın verdiği analiz sonucunda maçı oynadık ve berabere oldu. Ghinda da ben de şaşırmıştım. Birinci masaları Ghergeu az daha Botez’i dövüyordu… Zannederim 1975 Balkaniyad’ı idi. .Pera Palas otelinde yapılıyor. Galatasaray Postahanesi de oraya yakındır. Postahaneden gidip en az yüz adet iadeli taahhütlü kâğıdı almıştım. Gehorgeu’ ya verip bunları doldurmasını istemiş ve çekilişte para kazanacağını söylemiştim. Zavallım her gün oturup bunları dikkatle dolduruyor ve bana teslim ediyordu ben de hesapta PTT ye teslim ediyordum. Tabiki çöpe atıyordum. Bunlar çok masumane muzipliklerdi…
Bir de Romanya da Suba ile oynuyoruz yine Balkaniyad. Bu sefer ben beyazım ve o bana Af6 oynadı. Hayatımda ilk kez biri bana benim en çok sevdiğim açılışı oynuyordu. Şaşırdım kaldım. O zamanlar bu açılış pek kabul görmüyorsa da sonra Fischer bile Spassky e karşı oynayıp kazanmıştı. Şuba açılışı o kadar güzel oynadı ki adeta masada kaldım. Kısaca açılışın bir evresinde b5 sürdü ben Fb3 kaçınca Ad5 ile c3 atımı aldı bc3 den sonra d5 sürüp b3 film paralize oldu. Vezir kanadı durumum a2, c2, c3, d4 ve Fb3.Yürekler acısı bir konum. Yapacak bir şey yok; Ae1 ve f4 fikriyle deliler gibi hücum edeceğim aklım sıra. Allahtan Şuba çok düşünen bir GM idi. O zamanlar sigara içmek falan serbest. Birini yakıyor yanmışını kül tablasında unutuyordu. Önümüzde ikimiz içinde korkunç bir zaman sıkışması oluştu ben amacıma ulaşmıştım. Mat hücumu yapan bendim o da savunma yapıyordu. Başımız çok kalabalık. Bu arada bizim Şuba sigarasını tersten yaktı ve filtresi alev almasına rağmen farkında değildi. O zaman sıkışmasında ben hamlemi yaptım ve rakibimden hamle bekliyorum bayrak düştü düşecek ikimizin de. Sırtımda Rahmetli Ergun Gümrükçüoğlu’nun elini hissettim. Mat ettin oğlum kalk artık diyordu. Ben mat ettiğimin o da mat olduğunun farkında değildi. Sevincimden Jırayr Çakır’ın göğsünde ağlamıştım… Allah rahmet eylesin. Düşünüyorum da o zamandan bir ben bir de Fatih Atakiş’i kaldık. Zannederim İlhan Onat, Nevzat Süer, Cavit Uzman, İsmet İbrahimoğlu, Ergun Gümrükçüoğlu, Seracettin Bilyap, Mübin Boysan, Ali ipek, çoğu rahmetli oldular.
ANILAR VI
Evet, yıllar çok çabuk geçiyordu ama oyun sırasında zaman çok çabuk geçerdi. Başlangıçta 40 hamle için 2.5 saatin var bir o kadar da rakibin kısaca minyatür yemezsen en az beş saat masa başındasın. Bir de maçın uzarsa sabah devam ediyorsun. Bu oyuna âşıktım adeta. Onsuz bir hayat düşünemiyordum. Gerçi maçımı kaybettiğimde dünya başıma yıkılıyor ve gizli gizli ağlıyordum. Şuna inanın ki kitap olmaması en büyük eksiklikti. Galatasaray’daki Haşet kitabevinde satranç kitapları vardı tek tük ama çok pahalıydı… Yanına yaklaşamıyor uzaktan bakışıyorduk ancak tabiki şu an ismini vermeyeceğim bazı abilerimiz bu konuyu da çözmüşlerdi kitapevine gidip satranç kitaplarının fiyat etiketlerini ucuz kitaplarla değiştirip satın alırlardı ve ben de onlardan çok faydalanmıştım. Meşhur Fischer, Spassky maçı Reykavik de başlayınca oynanan maçların hamleleri sadece Le Monde gazetesinde yayınlanırdı. Gidip sadece bir maç için o çok pahalı gazeteyi alıp dernekte bakar analiz ederdik. Sami Büyükgökcesu bize tercüme eder biz de sessizce dinlerdik. İnanın oynanan tüm maçları ezbere bilirdim. Hele o ilk maç yokuydu. Fh2. Ne çok üzülmüştüm.
Avrupa gençler hep Hollanda’nın Groningen kentinde yapılırdı. Önceleri Ali İPEK -nur içinde yatsın- sonra da ben üç kez katılarak gençler dönemimi kapatmıştım. Groningen’de okadır çok anım oldu ki buraya hepsini yazsam inanın sıkılırsınız ancak bazılarını sizleri sıkmadan anlatmaya çalışacağım…
Ali İpek benim için çok önemli bir satranç oyuncusuydu benden dört yaş büyük olmasına rağmen o da genç yaşında satranca başlamıştı. Kendisiyle çok fazla maç yapmıştık Pendik’te yaşar ve oradaki göçmenlerle oynayarak farklı anlayışlar geliştirmişti. İSD deki hiçbir turnuvayı kaçırmaz o şartlarda Pendik’ten Tepebaşına gelir giderdi. Ne köprü var ne araç. Vapur desen gece erken saatte biterdi. Âmâ amaç satranç olunca akan sular dururdu. Kendisinden çok şeyler öğrendim çok samimi iki arkadaş ve rakiptik. Ali 20 yaşını doldurunca Groningen’e üç kez katıldım.74-75-76 yıllarıydı zannederim. Ancak babam yol yani uçak masraflarımı ödeyemeseydi katılmam hayal olurdu.
Şimdi düşündüm de 13 kez balkaniyad bir kez dünya gençler ve üç kez de Avrupa gençlerde oynamışım. Tabiki sadece 73-76 arasında… 1976 yılında Türkiye birincisi olunca birçok olimpiyat, zonal turnuvalar ve özel turnuvalarda Türkiye’yi temsil etmiştim. Katıldığım olimpiyatlar zannederim 4 kez Selanik, malta, İsviçre, Libya… Üç kez zonal iki kez Avrupa takımlar, ama çok kez de özel yurt dışı turnuvaları. Çok iyi arkadaşım Makropoulos yunan satranç federasyonu olunca beni çok turnuvaya davet etmişti. Kendisine minnettarım.
Evet, gelelim Groningen Avrupa Gençlere.
ANILAR VII
Takip eden sevgili dostlar şu an neler düşünüyorsunuz bilemem ama inanınki o zamanlarda satranç oynamak tabiki uluslararası arenada çok zordu. Düşünün ilk önce turnuvaya katılabilmeniz için para lazımdı. Önceleri Türk parasının satın alma gücü fena değildi ancak yıllar ilerledikçe turnuvalara katılımım da zora giriyordu. Henüz lise talebesiyim ve de satrançtan gençler birinciliklerinde para kazanma mevhumu yoktu kısaca maddi ödül söz konusu değildi.1974 senesinde Groningen’den evvel 1973 senesinde İngiltere’de Dünya gençlere katılmıştım. Babam Allah ömür versin ist-londra-ist uçak biletimi almış ve de cebime 20 pound gibi çok iyi parada vermişti. Yeme, içme ve cep harçlığını zaten turnuva karşılıyordu. Turnuvaya gitmeden önce Musa Tebi bana turnuvanın yapıldığı yere nasıl gideceğimi detaylı olarak yazarak anlatmıştı. Benim yaş o zaman 17 daha sonra da Sami Büyükgökcesu da bana katılmıştı. Londra’da uçaktan inince neler yapacağım en kuzeydeki Teesside ye nasıl gideceğimi rahmetle andığım Musa Bey bana adeta ezberletmişti. Komik ama gerçek Londra’ya iner inmez havalimanı otobüsüyle king’s gross tren istasyonuna hemen gidebilmiştim. Komik olan ise oradan yolu sormamdı. Yaşlı bir beye İngilizce biliyormuşsun diye sormuştum daha sonra konuya girecektim elimdeki notlara bakarak. Adamcağız gülerek elimdeki kâğıdı alıp beni trene bindirmişti… Bende yabancı dil o zamanlar Türkçe idi. Neyse gelelim Groningen serüvenlerime.
Yıl 1974 km ile İstanbul’dan Amsterdam’a oradan da Tren ile en kuzeye Groningen’e… Bunu üç kez yaşadım. Son gidişimde artık belediye otobüslerini tercih ediyordum şehir içlerinde.
İlk gidişimde uçaktan indikten sonra tren biletimi almış bekliyordum. Biletin üzerinde 14.00 yazıyordu. Ben onu trenin kalkış saati zannedip saatin 14.00 olmasını beklerken ne zaman sonra biletin ücreti 14.00 gulden olduğunu anlamıştım. Groningen’deki turnuva aralık ayında başlar ve ocak ayında biterdi yani yılbaşını üç kez orada geçirmiştim kadar soğuk olurdu ki otelin önündeki gölet buz tutardı. Başka deyişle otelden dışarı çıkmak imkânsız gibiydi. Zaten de çıkmazdım otelden. İlk gidişimdeki oda arkadaşım Karl heiz podzienly sonra iki kez Ftacnik olmuştu. Podzienly zaten Bremen’de yaşıysan bir almandı onunla yılbaşlarında Bremen’e giderdik. İlginçtir Ftacnik ile iki kez karşılaştım. Aynı odayı paylaşıyorduk.75 de ben kazandım 76 da o kazanmıştı. Onun kazandığı maç ajurne olmuştu sabah erteleme maçımız var maçını analiz etmesi lazım ancak odada ben de varım o da çareyi yorganın içine girerek fener tutarak analiz etmekte bulmuştu. Babası tarih Prof.dü. Kendisi de iyi derece İngilizce konuşurdu zamanlar tüm katılanlar 7 tur İsviçre sisteminden sonra onarlık gruplara ayrılırlardı puanlarına göre. A-B-C-D-E grupları gibi. Benim eni iyi derecem B grubunda 3. olmamdı. Boş günlerde isteyen yarışmacılar yani bizler küçük çocuklara onarlı olarak simultane verip ekstra para kazanırdık. Ben dört kez vermiştim. İkinci gidişimde son turda Fransız Mainsonn ile oynuyoruz durum berabere. At finali 4 e 3. üstelik 4 olan kendisi. İkimizde zorluyoruz kazanmak için önce sabaha ertelendi sonra bir daha ertelendi ancak ben o erteleme maçımı oynarsam Amsterdam’daki uçağa yetişmem imkânsız. Groningen nere Amsterdam nere. Ama tabiki oynayıp kaybettim. Nasıl yetiştim biliyor musunuz uçağa… Groningen’de amatör planörcüler sağolsun. Planörle direkt Amsterdam havalimanına gittim… Bunun detayları mavi kalede yazılı…
ANILAR VIII
Sene 1978 Portekiz’de Zonal turnuva var. Zonal=Dünya birinciliği seçme bölgesel turnuvaları. Ben o sene konservatuvar sınavlarına girip neticeyi bilmeden Portekiz’e gitmiştim ve turnuva 1.5 ay sürmüştü. 22 kişi döner turnuva. Konservatuvarı kazandığımı dönünce öğrenmiş ve okuluma 45 gün geç başlamıştım… Evet, İstanbul Lizbon ve oradan da faro… Belki inanmayacaksınız ama beş uçak değiştirip gidebilmiştik Faro ya Turhan YILMAZ ile… Bizim zonda Yugoslavlar İtalyanlar… Ve şimdi tam olarak hatırlayamadığım çok kuvvetli oyuncular vardı. Balkaniyatlardan tüm yugoları tanıyordum. Luboyeviç, Knezeviç, Matuloviç ve iki gm daha vardı. Tabiki sadece bunlar Yugoslav. Evet, raykoviç ve velimiroviç. İdi unuttuğum Yugo GM lar… İlk turda bana Luboyeviç çıkmıştı. O beyazdı. 1.e4 Af6 2.e5 Ad5 3. b3 oynamış ve beni feci şekilde mat etmişti. İlk turdan sonra toplantı yapılmış ve turnuvanın döner sistem olmaması istenmişti. Özellikle yugolar istemiyorlardı uzun olmasını oylama yapılmıştı ben de olmasın diye oy vermiştim. Şayet kabul olsaydı ilk tur iptal edilecekti benim de canıma minnet ancak olmadı ve 22 veya 24 oyuncu lig usulü oynandı turnuva… O kadar uzun maratona üç gün de boş gün eklenince siz düşünün milletin halini. Otel çok büyük ve lüks idi. Öğleki her oyuncuya özel kocaman odalar tahsis edilmişti çünkü ölü mevsim olup otelde sadece oyuncular ve garsonlar vardı. Turnuva ilerledikçe kişiler de guruplara ayrılmıştı. Akşamları 5 Yugo ve ben bir odada toplanıp 4 kişi briç geri kalan iki kişi de yıldırım oynardık. O zamanlar içki kullanmayan yok gibiydi. Biz de yani altımız hem briçi hem de yıldırımı şarabına oynar vakit geçirirdik. Turnuvada ilk altıya giren oyuncular interzonal hakkını elde ederlerdi… Ben hayatımda ilk kez gerçek tekila ile orada tanışmış ve iyi arkadaş olmuştum. Şişesi zannederim 5-6 esküdo idi… Böceği bile vardı altında… Zaten yugolar beni aralarına bu yüzden almışlardı…
Turun birinde Knezeviç ile oynuyorum zannederim fil finali eşit piyonlar aynı renkli filler ancak ilginç bir şekilde adam siyah şahıyla gelip benim a4 erimi alıyor ve çare bulamıyorum ve gizli hamle yapıp oyun ajurne olacak. Düşünüp düşünüp ama gerçekten kafa patlatıp hamlemi yaptım ve zarfa koydum. Çok da az vaktim vardı. Düşünüp bir şey bulamamıştım ancak adam gelip a4 erimi alacak ya ben de gizli hamle olarak a5 sürmüştüm. Onun eri a6 da ve siyah filler var bari öyle kaybedeyim kaybedeceksem demiştim. Akşam yemekten sonra rutin olarak gene briç ve yıldırım devam tabiki. Ben Knezeviç ile yıldırım oynarken “Öney terk et de sabah ikimiz de kalkmayalım bak a5 den gelip a4 ü alıyorum” demez mi… Ama benimki artık a5 e sürülmüştü ya .. Neyse sabah oldu bizimki zarf açılınca a5 hamlemi görünce iki kez baktı yazılı olan hamleye ve başladı düşünmeye ve bir hamle yapıp remi teklif etti.. Daha sonra çok analiz ettiler meyerse benim o hamle eşitliği sağlayan tek hamleymiş.. Hissi kablel vukuu…
Çok ilginç maçlarım olmuştu o turnuvada. Bir başkası da İtalyan GM Mariyotti ile olandı. Artık son turlar İtalyan da ilk altıya oynuyor çok beyefendi biri. O zamanlar Banka idi. Roma’nın genel müdürü. Ben siyahlarla iğrenç bir sah hind oynuyorum neredeyse bütün taşlarım sekizde gibi. Vezir kanadını da bloke etmiş rahatça şah kanadından atak yapmaya başlayacak yani çaresiz dertler… Aniden elektrikler kesildi ve hakemler saatleri durdurdu. Mariyotti espriyi patlattı. Senin için fark etmez zaten her yer senin için sim siyah. Tüm taşlarım geride ya… Ama ben de çok bozuldum. Kara kara düşünmeye başladım beklersem zaten kaybedecektim. Onda piyonlar klasik c4.d5.e4. b5 a4 şah kanadından saldıracak. Benim atlar e8 e7 Vc7 falan yani geberik bir konum. Ne oynadım biliyor musunuz? Ae7-c6 dc6 yaptı hemen ben de d5 sürdüm o kadar çabuk oynadık bir şekilde iki file vezir kaldık vezir benim bu arada…Çıkmayan canda ümit vardır hesabı oyun iki kez ajurne oldu. Yugolar kazanmam için beşi de benim odada hep analizde. Adamın a geçeri olmasa kazanacağım ama ancak berabere artık. Son sabah ajürnesi var berabere diye yugolar üzgün bir şekilde odamdan ayrıldılar ben de yattım zaten saat olmuş gece yarısı. Ben de uyuduydum. Gecenin bir saatinde kapım çalıyor gittim kapıyı açtım karşımda Raykoviç. “Öney sana kazanç buldum bak böyle oynarsan kesin kazanırsın” la geldi… Biz de o saatte yeniden analize başladık. Adam haklı gibi geliyordu bana da. Tabiki yeni analiz yeni şarap demekti biz ikimiz analiz yaparken benim aklıma Luboya sormak geldi ne de olsa ona yarayacaktı kazancım. Ancak berabere de olsa ona yarayabilirdi ama zayıf ihtimaldi yarayabilmesi. Kısaca hepsi gene odamdaydı ve Raykoviç’ in dediği gibi oynamamı rica ettiler. Ne de olsa coğrafya olarak komşuyduk. Hiç içime sinmesede istenildiği gibi oynayıp kaybettim. Ama Mariyotti çok güzel bir devam yolu bularak tüm Yugoslavları refüte etti. Bizim 5 GM de bana karşı çok mahcup olmuşlardı ama bana hep şarap ikram ederek bunu izale etmeye çalışmışlardı… O turnuvadan edindiğim tecrübe muhteşemdi. İnanın reyting olarak 2300 ‘leri geçmiştim ama o zamanlar elo enflasyonu yoktu şu an olduğu gibi. Az ve öz turnuvalar vardı…
ANILAR IX
Sene 1976 benim için önemli idi çünkü Türkiye Birincisi olmuştum yirmi yaşımda. Babaların katıldığı bir turnuvaydı. Anlatmak istediğim olay trajik komik. Ben birinci olduktan sonra Cumhuriyet gazetesinden söyleşiye çağırdılar beni. Soyadı İstanbulluoğlu olan bir muhabir benimle röportaj yaptı bir şeyler sordu konuştuk falan ertesi gün kocaman sayfa ayırmışlar başlık şöyleydi. “Şampiyon olacağımı rüyamda görmüştüm” İnanın böyle bir konuşma dahi geçmemişti aramızda. Neyse o yazının çıktığı ertesi gün hiç yapmadığım bireyi yaptım ve kendimi ödüllendirmek adına Büyük Adaya gittim. Amacım sadece değişiklik idi. Adada dolaştıktan sonra dönüş biletimi alıp vapur beklemeye başladım ancak hava yağmurlu olduğundan iskelenin karşısındaki kahveye sığındım. Bir de baktım ki bazı kişiler satranç oynuyorlar. Yanlarına oturup çayımı içerken ara sıra da oyuna karışıp iyi hamleleri söylüyordum ancak benden yaş olarak çok büyüklerdi ve beni hep karışma diye tersliyorlardı. Ben de kendimi tutup karışmama kararı almışken o kadar güzel bir hamle vardık onu söyledim ve hep kazanan kişi yerinden kalkıp çok biliyorsan geç karşıma dedi. Oynamaya başladık ama bana göre zayıftı. Kaybedenler yârlerini diğerlerine bırakıyor ve bizim vapurda hep kaçıyordu. Neyse en sonunda baktılar olmayacak adanın en iyisini evden çağırdılar ancak o da kaybedince son çare olarak bana dediler ki bu kadar böbürlenme bir oyuncu vaki ondan berabere bile alamazsın. “Keşke Feridun Öney’ i çağırabilseydik”… Ben de dedim ki “o benim işte”… Bu sözümün üstüne bana küfür ederek kahveden kovdular daha doğrusu zor kaçmıştım…
Nasıl bir anı sizce.
ANILAR X
Sene 1980. Malta’da olimpiyat var. Ancak 12 Eylül olmuş bütün dernekler kapatılmış vs. vs. ve de işin en kötü tarafı gidecek ne para var ne de yurt dışı izni… Tepebaşında bir kahvede buluşup bu konuları dertleşirken Ulvi Kemal Taşel (bizim Çetin Sel’in abisi) “Feri koş” diye bana seslendi biraz uzaklardan. Yanına gittiğimde Sudi kralının torunu Muhammed bin faysalın özel ders istediğini ve benim ev tel numaramı verdiğini evime gidip telefon beklememi söyledi. Tabiki o zamanlar cep telefonu falan yok. Ben de hemen eve gittim ve telefon beklemeye başladım. Sonradan Faysalın kendisinden öğrendiğim kadarıyla kendisi 22 yaşlarında Türkoloji okumuş ve av merakı olan bir gençti. O zamanlar yanılmıyorsam gece saat 23.00 den sonra sokağa çıkma yasağı başlıyordu. Saat 23.00 olunca ben de ümidimi kesmiştim. Arasa bile gidemezdim. Tarabya sırtlarında ev tuttuğunu daha sonra öğrenmiştim. Neyse saat 23.40 gibi telefon çaldı bizimki arıyor. Çok güzel temiz bir Türkçe ile hatırımı sordu ve gelip gelemeyeceğimi öğrenmek istedi. Ben de doğal olarak gelmek istediğimi ancak sokağa çıkma yasağı olduğunu hatırlatınca sen orasını bana bırak ve hazırlan dedi. Ben de adresimi verip beklemeye başladım. Kralın yeğeni bile olsa Kenan Paşa yönetime el koymuştu… Aradan biraz zaman geçince kapıda ne durdu biliyor musunuz? AMBULANS… Evet, bir ambulanstı beni almaya gelen. Üstelik canavar düdüğünü bile çalıyordu. ?
Beni hemen aracın arkasına aldı görevliler. Çakma görevliler. Özel bir hastaneden kiralamış. O görevliler de adamın korumaları ama beyaz giyinmişler. Neyse ben ambulansın arkasına geçtim ki içeride iki adet de hatun var… Biz o araçla Tabyada kiraladığı malikâneye gittik. Ve hemen derse başladık. Ben o gece orada kalmıştım. Ders başına çok iyi para veriyordu bizim veliaht… Ben o paralarla Malta’daki olimpiyatlara katılmıştım. Teşekkürler Ulvi Kemal Taşel…
ANILAR XI
1978 Portekiz dönüşü kazandığım konservatuvara bir buçuk ay sonra ilk kez uğramıştım. Müziği de babamın vasıtası ile sevmiş ve aynen satranç gibi küçük yaşlarımda tanışmıştım ancak o zamanlar sadece melodik çalabiliyordum kulaktan. Okula uğradığım ilk gün sınıf çok ilerlemişti derslerde bırakın nota okumayı eserleri sözleriyle seslendirebiliyorlardı. İlk dersim Hanımefendi hocam İnci Çayırlı ile idi. Sınıfta tüm öğrenciler eseri sözleriyle teker teker okuyorlardı sıra bana gelince hocadan affını isteyip henüz notayı dahi bilmediğimi söyledim. Satranç anısı ile ne ilgisi var diyenler biraz sabır göstersinler lütfen. Aynı satranç gibi bilinmez bir meçhule adım atmıştım. Benim de okuyabilmem, arkadaşlarım gibi olabilmem ve o 1.5 aylık açığı kapatabilmem lazımdı. Dersteki notalarımı şeffaf dosyama koyup doğruca İSD nine yolunu tuttum. Düşünüp plan yapmam lazımdı. Dernek için henüz erken saat olduğundan kimseler yoktu ki kapıdan Demir Abi girdi ve ben herzeyi unutup yıldırıma başladım ancak arada şeffaf dosyamla bakışıyorduk. Yıldırıma ara verince nededir bilinmez bir güç beni içerdeki odada hep çalışan Nevzat Süer’in yanına itti. Kendisi orada hep dergisi ile uğraşır maçlar analiz ederdi. Beni görünce hemen ayağa kalktı ve beni süzerek şeffaf dosyamda ters olarak duran notayı okumaya başladı. Ayağa kalkmasının sebebi gördüğü notaydı. Bendeki şaşkınlığı siz anlayın. Ben kendisinin müzik yönünü hiç bilmezdim. Kendisi keman ve piyano çalarak “Çin bar” gençliğinde hayatını idame ettiğini falan anlattı. Benim için bulunmaz bir nimetti. Satranç ve Müzik. Aynı kişide toplanmıştı. Nevzat bey ve babamla onların sayesinde müziğin de alfabesini öğrenmiştim. Artık sabahları okula gidip akşamları da derneğe gidiyordum. Satranca adeta kuma getirmiştim ancak ikisi çok iyi anlaşıyorlardı. Satranç müziğe müzik de satrancıma çok şeyler kattı. Konservatuvarda hoca olarak 33 yılım bitti ve her ikisi de aynı aşk ile devam ediyor. Okula girdikten sonra katıldığım ferdi turnuva gecelerinde hemen hemen her satranççı kendi ülkesinden şarkılar söylerdi sıra bana geldiğinde ben hem söyler hem çalardım millet şaşırırdı hatta benden oyunda çekinenler bile olurdu. Satranç ve Müzik… Süper ikili. Hayatıma bu ikilinin girdiği ve beni içlerine kabul ettikleri için çok şanslıyım. Lütfen ukalalık olarak algılamayın, şayet bu ikiliye çok zaman ayırıp çalışmasaydım yüzüme bile bakmazlardı. Zamanla satranç kitaplarım çoğalmıştı ve ben hep informatordan maç bakarken müzik dinler ikisini hiç ayırmazdım. Varyantı unuttuğumda o varyantı çalışırken dinlediğim müziği hatırlar ve anında hamleler de aklıma gelirdi. Aynı şekilde körleme olarak baktığım açılışlarda daima müzik de olurdu. Akademisyen olarak mesleğimden para kazansam dahi müziği de hobi olarak yaşıyorum aynı satranç gibi. Nereye gidiyorsun diye soranlara hiç bir zaman işe gidiyorum dediğimi hatırlamıyorum. Hep okula gidiyorum dedim ve demekteyim. Aşk olmadan meşk olmuyor gerçekten. Tatlı uykular…
Devam edecek…
Anılar XII
Şu bir gerçek ki bizim zamanımızda satranç oynamak gerçekten de çok zordu. Düşünsenize kitap yok, çalıştırıcı yok, yurt içinde sizi zorlayacak oyuncu çok az, ülke dışında turnuvalar çok az ve de gidebilmek için para yok. Kala kala bizlere Balkaniyad, zonal, olimpiyatlara hak elde edersen katılabilme ancak o da maddiyat ile sınırlı. SSC Birliği henüz dağılmamış o satranç ekolü tüm katılığı ile kendini göstermekte Ruslar, Macarlar ve Slav ülkeleri çok kuvvetliler. Balkanlarda turnuvaya katıldığımızda bizleri gerçekten bir puan cepte olarak gören GM ler. Biz de takım halinde turnuvaya katıldığımızda (Balkaniyad) artık yavaş yavaş birbirimizi tanımıştık. Tabiki onlar kendi aralarında Rus dilini konuşup anlaşıyorlardı. Bizler hep Fransız kalıyorduk. Ben de o zamanlar Bulgarca, Rusça, Yugoslavca, Romence karışımı ama hiç manası olmayan kelimeleri yan yana getirip bizimkilerle konuşuyor onlarda kulak misafiri oluyor ama hiçbir şey anlamıyorlar ve merak ediyorlardı. Yani olmayan yeni bir dil uydurmuştum. Bülent abinin (Bülent Pekand) yanına gidip “Ne mej medro, ej bedre, nemasivera sukorov…” gibi şeyler söyleyip sözüm ona konuşuyorduk. Onlar dinliyor, anlamaya çalışıyor ama nafile. Bülent abi şu an bile beni telefonla aradığında “Ej Bedre” der. Hala unutamıyor. Yurt dışında her turnuva benim için zordu ama bir o kadar da zevkliydi. Aslında o kurtların içine girmek akıl kârı olmasa gerek. Kim bilir belki de yaş guruplarının oluşmasının sebeplerinden biri de budur. Zonal turnuvası gene. Zannederim Selanik idi. Zonal’ler zaten kuvvetli bir de adamlar çok daha hırslı oynuyorlar ki ucunda interzonal var. Kısacası Dünya seçmeleri ayağı. Evet Selanik Zonal ‘in de ilk üç tur benim için çok kötüydü. Tabiki benim için. Rakiplere sorsan normal sonuç aslında haklılar da. Zannederim üç maçta yarım puanım vardı ve ertesi gün Velimiroviç ile üstelik siyah taşlarla oynayacağım ancak adamlarda renk körlüğü var siyah beyaz fark etmiyor ki. O akşam yemekteyiz zaten son maçımı da kaybetmişim moral sıfırlarda ama yemek bitimi Johan Arbil ile otele yürürken ben “Yarın Velimiroviç yeneceğim diye naralar atıyorum ” Johan da zavallı beni teselli ediyor. Feri onlar çok kuvvetliler, üzülme diyordu. Bu arada belirtmeliyim ki Velimiroviç Yugoslavların Tal’i olarak tanınıyordu. Sicilya açılışında kendi adındaki devam yolunu hepiniz bilirsiniz. Notasyon kağıdında öbür tarafa geçmek bile (21.hamle) zordu rakipleri için. Gece otel odasında Veli’ye hazırlanıyorum. e4 oynayacağı kesin zaten acayip taktik oyuncu feda yapmadan duramayan bir anlayış. Açtım elimde olan informatoru geciktirilmiş d5 hazırlayacağım aklım sıra. O kadar çok parti baktım ki saat de baya geç oldu ve yattım. Ertesi gün geldi çattı ama hâlâ garip bir şekilde içimde kazanma arzusu var Velimiroviç’e. Masaya oturduk el sıkıştık rakibimin eli kesin ıslanmıştır yani o kadar heyecan var bende. Daha adam ilk hamlesini yapmadan anladı kazanacağını. Öyle bir tecrübe ki leb demeden çorum hesabı. Büyü bir rahatlıkla e4 hamlesini yaptı. Buraya kadar her şey çok güzeldi tam düşündüğüm gibi oynamıştı yani ilk hamlesini doğru tahmin etmiş ve rahatlamıştım. Bu yazdığım size çok saçma gelebilir ama bu gibi çok kuvvetli oyuncular biz zayıflara karşı e4 yerine c4, d4, Af3 gibi hamlelerle başlar ve ağır pozisyonel olarak oynarlar ve hata yapmamızı beklerler ve mutlu sona ulaşırlardı. Ama bizim Veli beni gözüne kestirmiş ki e4 oynayarak parlak bir şekilde kazanacağına inanmıştı.
Evet maç başlamış ve hamle bende zaten daha 1. hamle biraz düşünür gibi yapıp (hangi açılışı tercih edeceğimi sanki masada karar veriyormuşum gibi) c5 imi oynadım.
Devam edecek…
Anılar XIII
Az önce Vedat Ali Aksu beyefendi maçı yolladı süper oldu. Kendisine teşekkür ederim. Kavala- zonal 1985’miş. Velinin reyting 2500 benimki de 2295. Neyse zannederim maça bakmışsınızdır. Şimdi sizlere neden d5 gibi bir varyant tercih ettiğimi anlatacağım. Ancak devamı yarına kalsın geç oldu…
8
7
6
5
4
3
2
1
a
b
c
d
e
f
g
h
Velimirovic, Dragoljub2500
Oney, Feridun2295
Kavala zt56
31 Ocak 1985Kavala GRE
1.e4c52.Nf3Nc63.d4cxd44.Nxd4g65.c4Bg76.Be3Nf67.Nc3O-O8.Be2b69.O-OBb710.Rc1e611.Ndb5d512.exd5exd513.cxd5Ne714.d6Nf515.Bf4Ne816.Bg4Bh617.Bxh6Nxh618.d7Nf619.Bh3a620.Qd2Nhg421.Bxg4Nxg422.Qd4Qg523.f4Qh424.h3Qg325.Rf2Nxf226.Qxf2Qxf2+27.Kxf2axb528.Nxb5Rad829.Rc7Bd530.Nd4Be631.Nxe6fxe632.Ke3Rf733.Rb7Rdxd734.Rxb6Rb70–1
ANILAR XIV
Evet tekrar merhaba. Velimiroviç maçında kalmıştık.
Zaten link paylaşılmış ve maç ortada. Ancak unutmayalım ki yaşanan her olguyu döneminde düşünmek gerek. Söylemek istediğim şey; oynanan bu oyun, seçilen bu açılış, turnuvada üst düzey oyunculardaki kazanma hırsı, ucunda interzonal olması ve GM’lerin zayıf oyunculara karşı kesinlikle kazanma istekleri vb. gibi o kadar çok etken var ki bu da beni başka mecralara yönlendirdi. Şöyle ki; Veli gibi bir üst düzey, benim gibi oyuncuları yenmek zorunda. Bunu ben çok iyi biliyorum. O zaten buna inanmış. İkincisi, rakibim daima atak oynayan bir kişi ve kesinlikle inisiyatifi elinde bulundurmak ister, dahası psikolojik olarak hemen sonuca gidemez ise oyun disiplinini çabuk kaybeder. Bu bilgileri gerek Balkaniyad, gerek eskiden katıldığım Zonal’ler ve gerekse informatordan baktığım ve psikolojisini analiz edebildiğim kadar bilmekteyim. Yani bu oyunumda reel satranç ikinci planda. Ben oyun planımı psikolojik olarak yapmaya çalışmıştım. Düşünün bir kere ben yani rakibime normal hamlelerle devam etsem 10. ..e6 yerine d6 veya Ad4 sonrasında d6 gibi … Allah bilir kaç kere oynamıştır mantığı ile 10. … e6 oynadım…
11.Adb5 tabiki oynanması gereken bir hamle xd6 bunu artık yeni başlayanlar dahi bilir. Sonrasında d5 ile net Er kaybı. Ancak materyal olarak kim önde tabiki Velimiroviç. Bu onun tabiatına aykırı. Ancak sizler sakın benim gibi düşünüp oynamayın.. Olay şu anda çok farklı boyutta.
20. hamlede Vd2 yapınca sinirlenmiş olduğunu anlayıp inanın ümitlenmeye başladım. ÇÜNKÜ… Bu çünkü lafı çok önemli bence. Bizim zamanımızda tecrübe olarak çok üstün oyuncular vardı. Bunların başında Nevzat Süer gelirdi. Ben ve benim gibi yeteneğine inandığı kişilere ders verirdi ancak tabiki hiç bir ücret almak aklına bile gelmezdi.
Tamam benim zamanımda kitap vs. yoktu ama Nevzat Süer, Mübin Boysan, Demir Büyüközkaya, Musa Tebi, Cavit Uzman ve Ateş Ülker vardı. Yani bu kişilikler bildiklerini karşılıksız paylaşan çok değerli şahsiyetlerdi. Ve de bildiklerini çok iyi bilirlerdi. ÇAKMA DEĞİLDİLER. Zaten o zamanlar öyle bir oldu da yoktu.
İYİKİ BİR MAÇ KAZANMIŞSIN SONUNU GETİREMEDİN…. Diyenlere.. haklısınız ……………..
Maçın 20. hamlesinde kalmış ve ÇÜNKÜ demiştim…
Sebebi de az önce sözünü ettiğim hocalarımdan bir şeyler öğrenmiştim. … Ki o somut öğrenimim “taş istenirken, taş istenmez” idi..
Bunun gibi sağmayacağım “ALTIN KURALLARIM VAR”.. Yeri gelirse değinirim.
Sıkılmayın sonuna geliyorsunuz…
Evet daha sonra yani 21. hamleden sonra 22. hamlede hâlâ Vd4 oynayarak kendine sonsuz güven … üstelik rakip zayıf… ama bilemediği şey taş istenirken taş isteme.. 22. … Vg5 sonrası tamamen psikolojik felaket. Biliyorum ki kendi kendini yiyor. Kim açarak benden benim gibi oyuncudan mat isteyebilir…O vezir oraya nasıl geldi…. gibi… Ve neticede o sinir ile 23.f4…..
Kale oyun sonu ancak bir kale eksik…
Kendisini masadan terk etmesi için arkadaşları omzuna vurarak “haydi Dr.” diye toplamışlardı..
Tesadüflere tesadüfen tesadüf edilmez..
ANILAR XV
İstanbul satranç derneğine başladığım 1970 (’69 da olabilir)yılında derneğin en küçük müdavimlerindendim. Biraz kendimi benden yaşça çok büyük olan saygı değer üyelere alıştırdıktan sonra adeta derneğin açılış saatinden kapanana kadar- ki kapanma saati yoktu o zamanlar- hep oradaydım. Tamam beni oraya çeken satranç aşkı idi ancak o üyelerin münevverliği, konuştukları Türkçe, birbirlerine olan saygı, hiç ama hiç konuşulmayan politika ve din, genel kültür ve bilimsel konuların daima tercih edilmesi, konuyla ilgili yabancı dil ile yazılmış kitapların anında Türkçeye çevrilip anlatılması, paylaşılması, konuşma, dinleme, oturup kalkma adabının öğrenilmesi, bunlar o kadar çok nedendi ki derneğe gitmem için. Özellikle Musa TEBİ ve Mübin Boysan beyefendiler tercüme konusunda harika insanlardı. Hiç üşenmeden sorulan sorularımı yanıtlar ve sabır taşını dahi çatlatırlardı. Belirli bir dönem oradakilerin hiç sinirlendiklerine şahit olmadım. Herkesin öncelikle kendisine saygısı vardı. Mesleklerinin dışında şairinden ressamına, müzisyeninden yazarına çok zengindi bizim dernek. Bu arada hemen hemen her meslekten müdavimler vardı ve daima birbirlerine karşı hürmetkar ve saygılılardı. Düşünün ben daha o yaşlarımda akranlarım arasında dikkat çekiyordum. Satranç oyunculuğumu kastetmiyorum. Okuldaki hareketlerim, bakış açım, kullandığım kelimeler, genel kültür dağarcığım vb. hepsi farklılık arz ediyordu. Nevzat beyin benim üzerimde çok emeği vardır. Bildiklerini paylaşmaktan hiç kaçınmaz ve gençlerle iftihar ederdi. Liseler arası yarışmaları başlatan kendisiydi. Tek başına maddi imkansızlıklarına rağmen SÜER SATRANÇ DERGİSİ adında süreli yayını vardı. Büyüklerimiz de o zaman satrancın geleceğini kendi aralarında konuşur ben de dinlerdim. Satrancın devlete bağlanmasını hepsi isterdi ancak en büyük tehlike olarak “ya satrançtan hiç anlamayan emekli subay başa gelirse” idi. Ancak devlete bağlanmış olsaydık en azından turnuvalara cepten harcama olmayacaktı. Şu anda durum gözlediğim kadarı ile çok iyi. Devlet desteği var. Zannederim 13 adet GM ünvanlı sporcumuz var. GM ünvanlı sporculara maaş bağlandığına eminim. GM ünvanlı oyunculara yeşil pasaport verilmesi taraftarıyım.
Satranca gönül vermiş kişilere naçizane minik tavsiyelerim olacak.
- Veli olarak çocuğunuzu zorla satranç oyuncusu yapmayın, tercihi daima ona bırakın.
- Satranca oyun sonu bilgisi ile başlayın.
- Boş bir satranç tahtasındaki 64 kareye sahip çıkın. Körleme olarak tahta daima beyninizde net olarak şekillensin.
- Boş satranç tahtasında zihninizden figürlerinizi dolaştırın. b1 deki atınızı en kısa yoldan b8 karesine götürmek veya a1 karesindeki filinizi g8 karesine götürememek gibi.
- Oynarken daima tahtanın tamamına sahip olun.
Devam edecek….
ANILAR XVI
- e4 d4-e5 d5 Karesi küçük merkez, c2 c7- f2-f7 dikdörtgeni büyük merkez olarak bilinir. Bunu hafızana yerleştir.
- Hiç üşenmeden mat edebilme kabiliyeti olan figürlerle mat çalış
- İki fil, at fil ve üç at matlarını kesinlikle öğren.
- Er oyun sonlarını bilmek zorunda olduğunu unutma.
- Uzak ve yakın pozisyon fikirlerini anlayabilmelisin.
- Beylik mat konumlarını beynine nakış etmelisin.(apolet matı, boğmaca matı, koridor matı vb.)
- Bu matları farklı örneklerle zihninde çoğaltarak çalışmalısın.
- Bu zamanın satranç anlayışında açılışları çok iyi bilmen gerekir. Ancak hepsine yetişemeyeceğin için kendi oyun karakterine uygun repertuvar edinmen gerekir.
- Açılışta önemli olan sadece hamlelerin sırasını ezberlemek değil açılış fikrini bilmektir. Açılışlara ne kadar hakimsen başka açılışlara transpoze edip hamle öne geçebilirsin.
- Klasikleşmiş oyunları ezbere bilmekte fayda vardır.
- Kombinasyonları çözmeye çalışmak çok faydalıdır. Belli bir seviyeden sonra kesinlikle tahta kullanmadan çözmeye çalışın.
- İlk gördüğün hamle çok cazip bile olsa hemen oynama önce düşünmelisin.
- Oyun sırasında zorunlu olmadıkça masadan kalkma. Başka maçlarla ilgilenme.
- Konumun ne olursa olsun oyun disiplinini bozma.
- Kazanç oyunu kazanmak zordur. Kayıp oyunlar bu yüzden kurtarılmaktadır.
- Rakibin ne kadar kuvvetli olursa olsun bundan psikolojik olarak etkilenme. Sanki taşlar kendiliğinden hareket ediyormuş gibi düşünerek rakip sendromundan kurtul.
- Hiçbir rakip yenilmez değildir. En azından kaybetmemeliyim fikrine inan.
- Rakibin kuvvetli ise rahat ol çünkü o kazanmak zorunda.
- Açılış bilgin sınırlı ise rakibini teori dışına çek.
Devam edecek…
ANILAR XVII
Gençliğimdeki satranç ile şu anki satranç arasında anlayış olarak o kadar çok farklılıklar var ki. Sadece taşların hareketleri değişmedi. Şu anki nesil çok şanslı. Her şey ellerinin altında, bilgiye ulaşmak için PC yeterli. Aslında bu anlayışı değiştiren en önemli faktör makinaların çok hızlı gelişmeleri oldu. Şu anda zannederim insan tarafından yenilenemiyorlar. Üst düzey oyuncular maçlarına kesinlikle onlar ile oynayarak hazırlanıyorlar .Özellikle oyun ortası fikirleri, hızlı gelişme anlayışı, zayıf karelerin teslim edilmesi, oyun ortasından oyun sonuna geçişlerdeki matematiksel yönelim ….. bunun gibi bir çok unsur var. Ancak ne olursa olsun insan insanla oynarken bu özelliklerden en çok faydalanan diğerlerine oranla farklı oluyor. Bizim zamanımızda Filler verilmez, geri piyon kesinlikle zayıftır, askıda erler tehlikelidir…..
Ben oynarken fazla açılış bilmediğimden hep pozisyonel olarak oynamaya çalışırdım. Beyazlar ile rakip İspanyol oynamışsa ilerde hep d3 ile devam ederdim. Çok ilginç ki şu an moda oldu. Keza beyazlarla Af3 de öyle.. Bakıyorum da hep oynadıklarıma transpoze oluyor. Her dönem bir moda vardır bilirsiniz. 70’li yıllardaki moda uzun saç, uzun favori ve İspanyol paça pantolondu. Özellikle Türk sinemasındaki jönlerin bir elinde sigara bir elinde içki kadehi vardı. O zamanki üst düzey satranççılar özellikle Slav kökenliler aşırı alkol tüketirlerdi. Oyun güçlerini alkolden alır diye yanlış düşüncelere kapılmıştım o zamanlar… Moda ya. Halbuki hiç ilgisi olmadığını zaman geçince idrak ettim. Alkol ve sigara satranç oyuncusunun kesinlikle uzak durması gereken maddeler. Ancak o zamanki moda, anlayış buydu. Şimdi de takip ediyorum modayı. Tüm oyuncular üst düzey oyuncuları hamleleriyle olmasa bile davranışları ile taklit ediyorlar. Hamle sırası kendilerindeyken gözlerini kapatıp düşünmeler, tahtadan başka yerlere bakmalar, ellerine aldıkları figürler ile oynamalar vs. vs… Moda modadır…. Yaşı tutmayan bir çocuğun sigara içmesi veya elinde tutması ne ise bence satrançta o düzeyde olmayan oyuncuların da bu çeşit taklitleri komik oluyor. Yunanistan’da bir Open de oynuyorum. Henüz ilk tur rakibim küçük bir Yunanlı kız.. O beyazlar ile oynuyor ve elosu dahi yok. d4 oynadı ve bende şah-hind açılışını oynuyorum. Kız öyle bir havalarda oynuyor ki zannedersin GM ve de açılış hamlelerini fazla düşünmeden doğru olarak yapmasının yanı sıra sağa sola bakmalar, gözlerime bakmalar vs. vs.. Sıra bendeyken şöyle düşündüm. Bu çocuk açılışı gerçekten ezberlemiş oynuyor.. Aykırı bir hamle yapayım da gerçek gücü neymiş anlayayım mantığı ile oyunla hiç ilgisi olmayan b6 oynadım.. Düşünmeye başladı ve üç hamle sonra iki taş birden kaybetti. O bakışlar, o taklitçi davranışlar yok oldu ve ağlamaklı bir şekilde terk etti.
Kıssadan hisseyi siz çıkarın derim…
ANILAR XVIII
Aslında Fide’nin getirmiş olduğu bir çok yenilik satranç adına çok iyi oldu. Baksanıza So, notasyon kağıdına bir şeyler yazdığı için hakem tarafından o maçtan hükmen yenik ilan edildi. Bunun gibi bir çok yenilikler var. Ajurnelerin kalkması, sigara yasağı, oyuncuların aralarında konuşamaması, salonu terk edememeleri, hamle başına 30′ eklenmesi vb. gibi…
Hiç unutmam zannederim 1975 Balkan Birinciliği İstanbul Tepebaşı Pera Palas oteli idi. Tüm oyuncular aynı otelde kalıyor ve maç salonu da otelde. Tur başlamış Romen GM Ghergeu beyazlarla oynuyor. Sıra kendisinde olmasına rağmen odasına çıkıp 15’sonra geri gelmişti. Soranlara barsak sorunum var demişti. Millet sadece gülüyordu herhalde usta varyantı unuttu diye. Geldi ve aslanlar gibi kazandı. Hiçbir yaptırım yoktu o zamanlar. Adam ne de olsa büyük usta …
Hiç sigara kullanmayanlar maçta puro yakar ve rakiplerinin yüzüne üflerlerdi hatırlayanlar bilir. Yabancı oyuncular maç sırasında hep aralarında konuşur biz ikaz edince de başka şeyler konuşuyoruz bizim maç hakkında konuşmaya ihtiyacımız yok derler işin içinden çıkarlardı.
O zamanlar bir GM ile oynamayı bırakın yüzünü görmek, sohbet edebilmek önemli ayrıcalıktı. Davet edildikleri ülke için ayak bastı parası olarak 500 Dolar alırlardı. Ghorgeu, Radulov, Tringov, Popov, Çikoltea, Gligoriç, Velimiroviç, Drimer, Sabo, Knezeviç, Matuloviç, Matanoviç, Rajkociç, Bobostsov, Bobosyan, İnkiov, …. o zamanki çok kuvvetli rakiplerimizdi Balkan Birinciliklerinde. En zevkli yanı da onların bizlere puan kaybettikleri zaman yüzlerinin aldığı haldi.
Şu anda o kadar çok GM var ki yetişene aşk olsun, dokunsan her yer GM. Rating eflasyonu var adeta. O zamanların 2300 puanı şu anların zannederim 2600 lerine tekabül etmektedir. Üstelik o zamanlarda bu kadar çok turnuva da yok ve en önemlisi SSCB henüz dağılmamış . Zaten en büyük satranç patlaması ondan sonra olmaya başladı.
Devam edecek…
ANILAR XIX
Bayramın son gününden selamlar olsun. Bu gün sizlere Libya olimpiyatından söz edeceğim. Olimpiyatlar o zaman turnuva azlığında beklediğimiz en büyük etkinlikti. Öyle ki olimpiyatlara katılım için sadece turnuva hazırlığı yetmiyordu benim için. Tabi ki Türkiye birinciliğinde dereceye girmek şarttı ancak ben şahsen katılabilmem için para da biriktirirdim. Evet 1976 yılında üstelik Türkiye Birincisi de olmuştum takımdaki yerim garanti. Ancak olimpiyatın İsrailde düzenleneceğini çok önceden biliyordum ve devlete bağlı değiliz. Kısacası her şey cepten. Politik nedenler yüzünden Libya aynı yıl aynı ay karşı olimpiyat düzenledi. Devlete bağlı değiliz ama bizim de Libyaya katılmamız uygun bulundu. İşin güzel tarafı da tüm masraflar devlet tarafından karşılanacaktı. Roma aktarmalı olarak Tripoliye indik. Kafilemizde iki adet de gazeteci vardı. Devlete bağlı değildik ama ilk kez bu şekilde bir turnuvaya gidiyordum. . Rüya gibi bir şey, uçak biletlerini devletimiz ödüyor, iki gazeteci bize eşlik ediyor ve kafilemiz de yönetici olarak bayağı kalabalık. O zamanlar İsrail ile Libya’nın arası çok sıcak, sporcuların kaldığı Beach otelinin çevresi asker dolu çünkü İsrailin karşı olimpiyata misilleme söylentisi ve sahile çıkarma yapmaları olasılığı da var. Her ülke takımına eskordlu araçlar tahsis edilmişti bir yerde bir yere gidebilmeleri için. Kısacası yalnız başımıza otelden çıkma lüksümüz yoktu. Turnuvadaki hakemler sayı olarak çok kalabalık ve satrançtan bi haber sivil polislerdi. İlk kez akşam yemeği yiyeceğiz, açız ve merakla bekliyoruz diğer tüm takımlar gibi. Kocaman bir tabak içinde bir o kadar büyük et parçası ve bulgur pilavı yanında da bir baş soğan içmek için de meyva suyu türevleri.
ANILAR XX
….. evet ilk gelen yemeğin tadına çok kişi bakamadı ama ben afiyetle yemiştim. Ancak ikinci yemek de vardı ve tüm oyuncular gelecek ikincisini merakla bekliyorlardı. Gele gele yine aynı yemek geldi. Et deve etiydi ve çok lezizdi unuttum bir de yanında limon vardı. Kaddafi, Callud ile orada tanışmıştık ben Callud’un yeğeni ile arkadaş olmuştum. Bizim o milli takımda hayatta olan sadece ben ve Fatih Atakişi kaldı. Libya şeriat ile yönetilen bir ülkeydi ve tabidir ki içki de yasaktı ancak sık sık Türk konsolosluğuna uğrar onlara maçlar hakkında bilgi (!) verirdim. Libya tüm oyunculara çok fazla cep harçlığı vermişti ama kullanacak, harcayacak yer yoktu ve daha kötüsü Libya dinarını ülkeden çıkarmak yasaktı. Ama bizim bayan milli takımımızdaki bir oyuncumuz para harcayacak bir yer bulmuş ve alışveriş yaparak Dinarlarını bitirmişti ve ben harcayamadığım dinarlar karşılığı kendisinden dolar almış ve o paralarla bir hafta Roma’da tatil yapmıştım. Libya halkı çok fakir görünüyordu ama zenginler ve devlet görevlileri yemeklerini Malta adasında yerler ve içkilerini içip geri dönerlerdi. Genelde Volvo arabasını tercih eder ve çok rahat para harcarlardı. Boş günde tüm oyuncuları tavuk üretme çiftliklerine götürmüşler, orada cirit sporunu izletmişlerdi ve milletin ağzı burnu ince kum taneleri içinde kalmıştı. Zannederim o olimpiyatta çok iyi bir sonuç almıştık ne de olsa zayıftı bizim için. Ancak 4-0 yeneriz diye çıktığımız El Salvador’dan 4-0 yemiştik. O zamanlar basın El Salvador faciası başlığını kullanmıştı. Ekibimizde iki gazeteci vardı ve onlar da her gün ülkemize haber geçerlerdi. O zamanki bayan takımımızda fire yok Allah uzun ömürler versin ancak katılan yöneticiler dahil oyuncu olarak hayatta ben ve Fatih kaldık. Kaybettiklerimizi rahmetle anıyorum.
Sevgiyle kalın…
ANILAR XXI
Seksenli yılların başıydı. Makropoulos Yunanistan satranç federasyonu başkanıydı. Yorgo ile dostluğumuz çok eskilere dayanır, birbirimizi sever sayardık ve hala muhabbetimiz devam eder. Kendisi beni Atina’da bir open turnuvaya davet etmişti ve ben de o turnuvada oynayarak sonlarda bir netice almış ve moralman çökmüştüm. Bu halimi gören Yorgo, bak nasılsa İstanbul’a döneceksin Selanik’te turnuva var istersen orada da oyna ve oradan dön memleketine diye bir teklif yapınca sevinçten havalara uçmuştum. Ve o turnuva bir kez yapıldı devamı gelmedi. I. Selanik uluslararası satranç turnuvasıydı adı. Yugoslav, Romen, Yunanlılar vardı ve tek Türk bendim. Kapalı bir turnuvaydı. Romen Foişor turnuvanın mutlak favorisiydi. Ancak ben de turnuvaya çok iyi başladım ve iyi oynuyordum. Romen oyuncu nasılsa birinci olacağım diye ödülden avans bile almıştı ki ödüller o zaman dolar olarak ödeniyordu. Kısa keseyim ben son tur veya bir öncesinde kendisini yenerek ödülden etmiş ve ben ödül kazanmış ve ilk üç dereceye girmiştim. Ancak şöyle bir durum oluştu. Foişor’a avans verilmişti ve o da paraları harcamıştı. Kendisi istediği dereceye giremediği için verilecek ödülde sıkıntı yaşanmaktaydı. Makro Atina’dan gelerek olaya el koydu ve ben yabancı(!) olmadığım için benim ödülümü Drahmi olarak verdi. Bir sürü Drahmi cebime bile zor sığıyordu ve gümrükte sıkıntı yaşamamam için o paraları turnuvadan kazandığıma dair bir belge de vermişti. Akşam ödül törenini beklerken otelin rufunda biramı yudumluyordum ki çok iyi giyimli iki bey yanıma gelerek -benim orada olduğumu resepsiyondan öğrenmişler- Öney siz misiniz diye sordular. Ben de şaşırarak evet diye cevap verdim. Beni kelli felli biri olarak düşünmüş olmalılar ki fazla ilgi göstermediler sadece tebrik edip gittiler. Gelenler Türk konsolosluğundanmış ve otelin gönderindeki dört bayraktan biri de Türk bayrağı olduğundan ve Türk oyuncunun da dereceye girmesi sebebiyle görevlendirilmişler soğuk tebrik için. İnsan memur bile olsa memur zihniyetiyle çalışmamalı. Neyse ben Drahmileri aldım ve ertesi gün Selanik – İstanbul otobüsüne binmek için gara gittim ancak otobüsler meğerse grevdeymiş. Ben garda ne olduğunu anlamak için dolaşırken yanıma doğu şiveli iki kişi gelerek nereye gideceğimi sordu ve ben de İstanbul’a gideceğimi ancak grev olduğunu söyledim. Ben onları da aynı benim gibi otobüs arayan yolcular zannetmiştim ancak onlar bana otobüs sahibi olduklarını ve bir saate kadar İstanbul için yola çıkacaklarını ve istersem benimde kendileriyle gelebileceğimi teklif ettiler. Ben de kabul ettim. Zaman gelince otobüs garına gittim ve tek Türk plakalı otobüs oydu zaten ve otobüse bindim. Koca otobüste o iki kişi (şöför ve muavin), ben ve arkalarda yan yana oturan iki erkek yolcu olduğu halde yola çıktık.
ANILAR XXII
Evet….
Zannederim saat 15.00 gibi Selanik’den İstanbul’a doğru yola çıktık. Otobüs gerçekten çok eski püskü bir şeydi. Şoförün hemen sağ tarafındaki koltuğa diğer kişi (muavin) oturmuş hem sohbet ediyorlar hem de çalan müziğe eşlik ediyorlardı. Ben de aracın şoföre göre sağ tarafındaki en ön koltuktaydım. Şoför hizasında otobüsün orta kısmındaki koltukta ise yine doğu görünümlü iki genç araç boş olmasına rağmen yan yana oturuyorlardı. Şunu da belirtmeliyim ki tüm ısrarlarıma karşın benden ücret almayı kabul etmemişlerdi. Hiç durmadan Kavala’ya kadar geldik ve mola verildi. Ben araçtan inerken ne zaman hareket edeceğini sorduğumda beni de beraber yemek yemek için davet ettiler ancak ben yalnız takılmayı tercih ettim ve aracın kalkış saatini öğrenip onlardan ayrıldım. Kavala’ya daha önce de gitmiştim ve hiç yabancılık çekmeden küçük, salaş bir mekanda bir şeyler yedim içtim ve aracın kalkmasına on beş dakika kala otobüsün yanına gittim. Kapıları kapalı olmasına karşın araçtaki o iki kişi aynı koltukta oturmaya devam ediyorlardı. Aslında şaşırmam, sorgulamam gerekirdi belki ama hiç ilgilenmedim ve inanmazsınız belki ama hiç de merak etmedim. Benim amacım sadece İstanbul’a gitmekti. Kısa bir zaman sonra şoför ve muavin ellerinde poşetler ile geldiler. Hem kendilerine hem de o iki zat-ı muhtereme kumanya almışlardı, fazla fazla almışlardı. Otobüs tekrar hareket etti. Araçtaki beş kişi gene aynı koltuklarda oturmaktaydılar ve gene aynı müzik ve de onların eşlikleri….
Kavala ile sınır fazla uzak sayılmazdı. Komotini ve katerini (gümülcüne- iskeçe) den sonra ver elini sınır.
Uzunca bir aradan sonra muavin müziğin sesini kıstı ve bana dönerek hiçbir şey sormadığımı, karnımın aç olup olmadığını ve otobüsü Topkapıdaki garaja götürdükten sonra yeni yolcularını alıp ertesi gün tekrar selaniğe gideceklerini falan anlatmaya başladı. Benim bagaj olarak elimde küçük bir çanta vardı ve ben ülke dışına hep o küçük sarı çantamla çıkardım çünkü bana yetiyordu ne de olsa yaşım 23-24 yani gençtim, kılık kıyafet takıntım falan yoktu. O arkadaki iki genç kumanyalarını yiyorlar ama hiç konuşmuyorlardı. Onları işaret ederek onlar kim biliyormusun diye bana sordu bizim muavin. Ben de bilmiyorum demeye çalışırken o iki kişinin Atina’daki Lavrion kampından kaçıp Selanik ve oradan da İstanbul’a gideceğini falan anlattı. Tabi ki seksen ihtilalini yaşamış biri olarak o kampın ne olduğunu çok iyi bildiğimden yavaş yavaş tırsmaya başladım.
ANILAR XXIII
Ortamı sakinleştirmek, yumuşatmak adına Kavala’dan aldığım biraları küçük valizimden çıkartıp birini de muavine ikram ettim ama alkol kullanmadığını ama benim içebileceğimi söyledi ve ben de biramı yudumlarken beni araçlarına kabul ettikleri için ne kadar minnettar olduğumu yoksa Selanik’te kalıp dönmemin gecikeceğini falan söylüyor sözüm ona kendilerinden hiç çekinmediğimi imâ ediyordum. Muavin bir ara cebinden bir tomar drahmi mark karışımı bir balya çıkartıp benim biralarımı satın almak istediğini söyledi. Zaten topu topu altı adet kutu biraydı hepsi ve ben de üçüncüsünü henüz tüketmekteydim. Ben herhalde şaka yapıyorsunuz bakın üç adet içilmemiş duruyor ben size ikram etmiştim ancak kabul etmediniz ama lütfen buyrun dememe karşın biraları bana kendisinin ısmarlamak istediğini söyleyip bana para vermeye kalkınca nazik bir dille reddederken ufaktan ufaktan ciddi bir şekilde korkmaya başladım. Adam bunu anlamış olsa gerek kahkaha atarak paraları cebine yerleştirirken şaka yaptığını ve beni denediğini söyledi. Neyse ki konu kapandı bunu da yeniden müziği açarak müziğe eşlik etmelerine bağladım. Aslında çok ayrıntıya girmeyeceğim…..
Sonunda Yunan sınırına geldik ve pasaport işlemlerinden geçtik ve sağ olsunlar beni de wc için bayağı beklediler eee bira bu….
Araç Türkiye tarafına o meşhur sudan (dezenfekte su) geçince bizim o iki kafadarın (şoför ve muavin) yüz ifadeleri öyle bir değişti ki adeta mutluluktan uçuyorlar ve tokalaşıp öpüşüyorlardı. Daha önceden hiç görmediğim iki valizi öpüyorlardı. Bana da göstermesinler mi… İçi filmlerdeki gibi kağıt banknotlarla doluydu. Merak etme bunlardan daha çok var sen de göz hakkını alacaksın merak etme dediler bana.
Ve araç Türk tarafına gelip park etti ve ben de araçtan inip pasaport kontrolüne girdim ve inanın arkama bile bakamıyordum korkudan.
Hemen arka tarafa geçip oradaki bir polise durumu izah ettim ve hemen onlar da otobüstekileri göz altına aldılar. Araçta çok miktarda drahmi-mark-dolar ele geçirdiler. Hepsini ekip arabasına bindirip götürdüler.
Bana gelince önce çok teşekkür ettiler, duyarlı bir vatandaş olarak görevimi yaptığımı ancak ifadem için biraz beklememi söylediler. Bu arada ben bir köşede oturmuş beklerken daha yetkili bir görevli geldi ve benim az da olsa alkollü olduğumu anladı ama gene de teşekkür edip üstümü ve valizimi arayacaklarını söyledi.
Ve üstümü aradıklarında bendeki o bir sürü Drahmileri bulunca bunu da içeri atın ortakmış demesine kalmadan bu paraları Selanik satranç turnuvasından kazandığımı söyledim. Makropoulosun bana verdiği belgeyi de gösterince anca inandılar ve beni bir araca bindirip İstanbula uğurladılar….
ANILAR XXIV
Yetmişli yılların başında hayatıma giren Satranç, bana bir çok deneyimler kazandırdı. Satrancın kişiler üzerindeki etkilerini hepimiz biliriz. Bunları burada maddeler halinde sıralamak istemiyorum bu zaten bir çok yerde yazmakta. Bence bana kazandırdığı en önemlilerinden biri de ‘sahiplenmeme’ olgusuydu. Hepimizin çok sevdiği bir kalemi, çantası vb.. olmuştur ve onu kaybettiğinde çok üzülmüştür. Ancak Satranç oyununda kaybedince de insan çok şey kazanıyor. Önceleri belki çok üzülüyor ama kazandığı bu tecrübe ile daha da ilerliyebilmekte. Şu an sizlere çok komik gelebilir ama benim satrancın ne olduğunu anlamaya başladığım zaman, açılışların başka açılışlara da transpoze olabildiğini, olabileceğini anladığımda çok keyiflenmiştim. Ancak o zamanlar açılış kitaplarına sahip değildim. Tahtanın başında kendi kendime rakip olarak bildiğimi sandığım açılıştan başka bir açılışa nasıl hamle fazlası ile geçebileceğimi pratik eder dururdum. Satrançta edindiğim bilgi ve tecrübelerimi satrancın dışındaki hayatıma da transfer eder ve bundan çok keyif alırdım. Düşünsenize kesin kazanç bir konuma sahipsiniz ve yaptığınız hatalar zinciri ile sahip(!) olduğunuz her şey yavaş yavaş elinizden gidiyor. Kendinize kızıp saçmalamaya devam ederseniz maçı hemen kaybedersiniz. Ancak durumu kabullenip direnç gösterirseniz berabere yapma, oyunu çevirme şansını yakalayabilirsiniz az önce kesin kazanç olarak gördüğünüz maçta. Aynı hayat gibi. Tek farkı Hayatta taşlar bir kez diziliyor….
Öğrencilerim ve beni tanıyanlar çok sabırlı olduğumu ve sinirlerimi aldırmış olduğumu bilirler. Bu vasıflarıma erişmek satranca başladıktan on yedi sene sonra gerçekleşti. Sinirlenmek, kızmak, sahiplenmek kin tutmak … bunlar benim dünyamda olmayan, hayatıma girmesine izin vermediğim olgulardı. Satrancın bana kazandırdığı en önemli faktörlerden biridir bu. Şöyleki;
Yine takım halinde balkan birinciliklerinden birine gitmek için özel arabalarla İstanbuldan yola çıktık. Ben de o iki araçtan birindeydim. Turnuva bitti ve ben de geldiğim araca binmek için beklerken …bizim araba dolu arkadaşlar çok alışveriş yapmışlar sen öbür arabayla dön İstanbul’a… dediler. Ben de tamam dedim. Bu arada milli takımdan söz ediyorum ve ben daha genç biriyim. Diğer araca gittiğimde ise araçta yer olmadığını ve benim İstanbul dışından gelen usta oyuncumuz ile dönebileceğimi söylediler. Zaten o arabasıyla tek başına gelmişti Türkiye’nin başka bir şehrinden. Ve onlar iki arabayla İstanbul’a doğru yola çıktılar. Biz bu arada yurt dışındayız hatırlatayım dedim. Endişelenecek bir şey yoktu ve ben tekrar otele döndüm ve üstadın uyanmasını lobide bekledim. Üstat saat 11.00 gibi uyandı ve beraber kahvaltı ettik. Bana diğer oyuncuların nerede olduğunu sordu ve ben de onların İstanbul’a yola çıktıklarını araçlarında yer kalmadığı için beni almadıklarını söyledim. O da bana nasıl döneceğimi sordu. Ben de tabi ki sizinle üstadım dedim. Bana, ben İstanbul’a gitmiyorum ben seni arabama almayacağım, geldiğin arabayla dönmeliydin, onların yaptığı saçmalığı ben çekemem dedi. Aslında çok mantıklı geldi bu düşüncesi. Bunu kendisine de söyledim. Haklısınız dedim. O zaman ben Kapıkule’de iner, İstanbul’a otobüsle devam ederim siz de oradan yolunuza devam edersiniz dedim. Kapıkule’ye gitmek zorunda çünkü. Bunu da kabul etmedi, prensip olarak yalnız geldiğini ve yalnız olarak döneceğini söyledi. Yapacak bir şey yok zaten aramızda otuz yaş fark var ve de kendisine sevgim ve saygım sonsuz. Oteldeki odasında bulunan valizlerini teker teker aracına taşıdım çünkü belinden rahatsızdı. Bana iyi şanslar diledi ve arabasına binerek otelden ayrıldı.
ANILAR XXV
……………. ben de herhalde şaka yapıyor kesin geri gelecek fikri ile otelin resepsiyonundaki o rahat koltuklardan birine oturarak kendisini beklemeye başladım. Zaten kendisi beni çok sever, her sene yaşadığı şehre davet eder ve yaklaşık bir ay kadar beraber satranç oynardık. Ben o zamanlar 17-18 yaşlarındaydım, ayrıca cebimde de çok az bir para vardı ve bunu da bütün takım biliyordu. Ama ben nasıl olsa geldiğim araçla dönecektim yani paraya zaten ihtiyacım yoktu. Saat 13:00 oldu bizim üstat yirmi dakikadır hala dönmedi. Artık ben yavaş yavaş dönmeyeceği fikrine inanmaya başladım. Çünkü kendisi çok inatçı bir satranç oyuncusuydu. Planladığı fikirden asla dönmezdi sonu kayıp bile olsa. Hatta bir maçında fil çiftini vermemek için hep rakip atların tehdidinden kaça kaça mat olmuştu. Turnuvanın yapıldığı otelde çalışanların hemen hepsi bozuk ta olsa Türkçe konuşuyorlardı ne de olsa soydaştık. Benim durumumu öğrenince hem inanamadılar hem güldüler, hem kızdılar, hem de durumuma acıyıp bana ikramda bulundular. Zaman geçiyor ve ben de ne yapacağımı kalan son paracıklarımla bira içerek kara kara düşünüyordum. İnanın içimde kendisine karşı en ufak bir kızgınlık, sinir falan yoktu ve hatta olaya kendisi tarafından baktığımda hak da veriyordum. Çünkü o kullanılmaktan hiç hoşlanmayan biriydi. Beni memleketine davet ettiği zaman hiç para harcatmaz en ufak bir şey aldığımda deliye dönerdi. Onun bu hareketi bana karşı değil, beni orada bırakanlara karşıydı ve ben de bunu çok iyi biliyordum. Ama orada yalnız ve beş pararsız kalan da bendim.
Ben bunları düşünürken sırtımı bir el sıvazladı ve benim neden dönmediğimi sordu. Kendisi yine bizim takım oyuncularımızdan biriydi. O buraya uçakla yalnız gelmiş, o da İstanbul dışında başka bir şehirde yaşayan, hali vakti yerinde ve benden yirmi yaş kadar büyük bir oyuncumuzdu. Ben durumu anlattım gülmeye başladı ve beraberce gülmeye devam ettik. Aslında ortada çok komik bir durum oluşmuştu.
Kendisi bana şöyle bir teklifte bulundu. Bak buradan falanca ülkeye gidelim – ki o da demir perde ülkesi- benim orada bir sevgilim var onunla görüşmek istiyorum sen de bana eşlik et sonra ben seni İstanbul uçağına bindiririm ve bütün masrafların da bana ait dedi. Ben de tabi ki kabul ettim ve asıl macera burada başladı..
ANILAR XXVI
……… bu cazip teklif süperdi.
Kendisi de o zamanın iyi oyuncularından biriydi. Üniversite mezunu ve meslek sahibiydi. Ayrıca kendisini çok iyi tanır ve severdim. O da bana aynı hislerle bağlı ve benden yirmi yaş kadar da büyüktü. Yalnız başına bilmediği ortamlarda bulunmaktan çekinen, ülke dışında fazla tecrübesi olmayan, kendini riske atmayan sağlamcı bir kişiliği vardı. Zaten bu oyunlarında hep göze çarpardı. Üstelik sevgilim dediği hanımefendiyi ben daha çok tanırdım. Kendisi ülkesinin bayan milli oyuncusu, TV spikeri ve de kendisinden yaşça büyük balık etinde bir bayandı. Zannederim mevsim sonbahardı. Parkamı giyip sarı çantamı elime alarak birlikle otelden ayrıldık ve hava limanına gittik. Gideceğimiz ülke için bilet aldık, pasaport kontrolünden geçip uçağa binmek için beklemeye başladık. Sanki çocuk o büyük bendim. Bütün işlemleri ben yapıyor, ben hallediyordum. Uçağı beklerken bir şeyler içiyorduk ve çok da zamanımız vardı. İkimiz de üstümüzdekileri çıkartıp içkilerimizi yudumlamaya başladık ta ki anons gelene kadar. Sağ olsun kendisi maddi olarak son derece sınırsızdı ve ikramda bulunuyordu. Neyse uçağa binerek bu keyfe uçakta da devam ettik. Kısa bir yolculuktan sonra o ülkenin baş kentine indik ve pasaport kontrolü için sıraya girdik ancak sıra bize geldiğinde pasaportları geldiğimiz ülkede unuttuğumuzu anladık çünkü çıkardığımız ceketimizde kalmıştı. Bu olayı anlatana kadar çok zaman harcadım ama başardım. Bir sonraki uçak ile ceketlerimiz geldi ve biz de rahatladık. Geç vakit bir otele yerleştik. Zaten ben daha önceden gitmiştim bu şehre. Odamıza çıktık ve ben artık uyuyacağımızı zannederken kendisi az sonra geleceğim diyerek odadan çıktı. Ben para falan bozduracak diye düşündüm ve az sonra elinde o ülkenin paralarıyla geri geldi. Bana buraya kadar kendisi ile geldiğim için çok teşekkür etti ve bayan arkadaşını aradığını kendisiyle ertesi sabah buluşacağını anlattı. Benim bu zarif davranışımı ödüllendirmek istediğini ve arkadaşından benim için başka bir arkadaşının ev adresini aldığını ve beni beklediğini söyleyerek adresi bana uzattı. Ayrıca bir tomar da para verdi.. Bir taksiyle gidersin dedi ve beni yolcu etti. Ancak saat çok geçti ben de kendisini kırmadım ve bir taksiye atlayıp adresi şöfere uzattım. Araç yola çıktı git git yol bitmiyor biz neredeyse şehir dışına falan çıktık ve kocaman labirent gibi sitelerden oluşan bir komplekse geldik. Adam bile siteyi bulmakta baya zorlandı ve beni tam adreste indirdi. Ben aracın ücretini verdim ve elimle beni beklemesini söyledim iyi ki söylemişim. Ben üçüncü kata çıkıp kapıyı çalmaya başladım . Sonradan öğreniyorum orası işçi sitesiymiş ancak açan yok derken iri yarı bir adam elinde odun olduğu halde kapıyı açtı ve bağırarak vurdu vuracak ben de kaçmaya başladım ve zor kurtuldum. Taksiye atlayıp otele döndüm..
Bizimki uyumamış beni bekliyor.. Erken döndün dedi bana ve nasıl geçtiğini sordu ben de olayı anlatınca gülme krizine girdi. Meğerse bana şaka yapmış o adresi otelin önündeki telefon rehberinden yazmış.. Biraz daha zaman geçince ben de gülmeye başladım nasıl olsa bir şey gelmemişti başıma. O, ertesi gün buluşmaya gitti ancak hanımefendi gelmemiş.. Biz de uçakla sağ salim ülkemize geri döndük. Kızdım mı hayır.. Tecrübe tecrübedir dedim geçtim. Bu olay yüzünden kendisiyle ilişkimiz hiç bozulmadı hatta iki farklı ülkede aynı otelde, aynı odada kalarak turnuva oynadık. Ama kendisi yaptığının sonra farkına varmış olacak ki hep bana karşı ezik davranıyordu. Nûr içinde yatsın…
ANILAR XXVII
Bizim Sakız apartmanı (İSD) çok neş’eli, düzgün ve kültürlü bireylere sahipti. Hem boksör hem şair hem de ressam olan başkanımız bile olmuştu.Bir dönem derneğin duvarları yaptığı resimler, yazdığı şiirler ve boksörken çektirdiği fotolarıyla doluydu. Ne de olsa dernek başkanı ve de boksördü. Daha önce derneğe hiç gelmemiş yeni bir üyemiz olmuş ve her gün derneğin müdavimi olmuştu. Hafif kilolu, çok sevecen yüzlü dünya iyisi bir beyefendiydi. Satrancı çok sevdiği her halinden belli oluyordu ve biz gençleri de çok seviyordu. Daha sonraları zannederim kısa bir dönem dernek başkanlığı da yapmıştı. Kendisi, ekonomik durumu çok yüksek biriydi ve petrol işiyle uğraştığını yazmıştı üye defterine. Takımdaki bazı oyuncuların yol masraflarını karşılamış ve Romanya Braşov’daki Balkan Birinciliğine o da gelmişti yönetici olarak. Derneğe yanında genç bir bayanla gelirdi hep, hatta Braşov’a da onu beraberinde götürmüştü. O zamanlar bayan satranççı yok denecek kadar azdı zaten hanımefendi de satranç bilmezdi. Dernekte bayan görmemeye alışmış biz gençlerin hemen hemen hepsi kıza resmen aşık olmuştu ancak o bizim beyefendiyle birlikteydi. Önceleri kızı sanmıştık ancak birlikte olduklarını zaman içinde öğrenmiştik. Hatta içimizden biri kıza bayağı abayı yakmıştı.
Balkan turnuvasında puan alan oyunculara para da vereceğini söylemişti trenle Bükreş’ten Braşov’a giderken.
Balkaniad başlamış ve ben de iyi oynuyorum. Turnuva Polianna denen bir belde de oynanıyor. Braşov’a araçla iki saat kadar mesafede karpat dağları eteklerinde ve drakula efsanesinin çıktığı orman ve hatta içinde şatosu bile varmış. Aynı bizim Bursa -Uludağ gibi… Yani Bursa Braşov ise uludağ da Polianna…
Boş günde Braşov’a gittik bizim beyefendi bizlere satranç takımı almıştı hediye olarak. Otobüsle Polianna’ya dönerken bizim oyuncular zannederim beni dolduruşa getirdiler ve otobüsteki bir kızın beni kestiğini söyleyip durdular yol boyunca. Ben de havaya girmiştim. Zannederim on sekiz falandım. Düşünsenize o yaşta kız arkadaşım olabilirdi üstelik yabancı ve iyi de bir Romen satranç oyuncusu idi. Otobüsten indik ve otele doğru yürümeye başladık zaten araçtakilerin çoğu satranç oyuncuları ve otele doğru yürüyoruz. Fakat bizim kız dönüp dönüp gerçekten bana bakıyordu. Bizimkiler durumu anlayıp elimdeki poşetlerden beni kurtardılar. Kız da yolunu değiştirip ormana doğru yürümeye başladı tabi ki arkasında da ben. Bu arada mevsim yaz ve saat 14:30 suları günlük güneşlik bir hava var kısa kollularla dolaşıyoruz. Ve kız ormana girdi ben de ardından ormana girdim ve onu takip ediyorum o da bana dönüp dönüp bakıyor gülüyor. Ormana girmesine girdim de ağaçlar o kadar sık ve uzunlar ki birden bire alaca karanlık oluştu, yukarıya bakınca ağaçların sıklığından gökyüzü gözükmüyor ve dolayısı ile ısı da düşük. Yürüdüğüm yerde patika bile yok ağaçların arasından zorla yürüyorum ve kız hızlandı ve kendisini gözden kayıp ettim. Biraz daha yürüyünce hatundan hiç bir iz bulamadım ve geriye dönmeye karar verdim. Ancak her yer ağaç, karanlık ve soğuk daha da önemlisi yol falan yok. Resmen kaybolmuş durumdayım koca ormanda.
ANILAR XXVIII
Aslında oda arkadaşımın sözünü dinlemeliydim belki de. Sonu belli olmayan varyantlara girme demişti. O benden dört yaş kadar büyüktü ve Türkiye’de en çok karşılaştığım, maç yaptığım can dostumdu. Onu da buradan rahmetle anıyorum. Neyse belirsiz bir konuma girmiştim bir kere. Dönüş yolunu bulurum diye yürümeye devam ediyordum. Ayağım dal parçasına takılıp düşünce her yerim çamur içinde kalmıştı kız da ortalarda yok ne yapacağımı şaşırmıştım. Oturup beklemeye başladım bizimkiler dönmediğimi anlayınca merak edip beni aramaya çıkarlar diye düşünürken bizim kız şarkı söylüyor sesi geliyordu ama kendi yoktu. Aradan biraz zaman geçince ortaya çıkıp gülmeye başladı benimle eğleniyordu. Halim de gülünmeyecek gibi değildi. O havada çamurlu ayakkabılar ve üst başa sahiptim. Yanıma geldi halime acımış olacak ki elimi tutup beni ormandan çıkardı. Ben onu takım oyuncusu sanıyordum halbuki kendisi oranın yerel oyuncusuymuş ailesi ile Poliana’da yaşıyormuş. Ben odaya döndüğüm de oda arkadaşım çamurlu halimi görünce ben sana demedim mi diye söze başladı ve fırçasını kaydı. Ne de olsa ağabeyim sayılır ve de haklıydı. İşte ben böyle tecrübeler yaşaya yaşaya hayata bakış açım da değişmeye başladı. İnsan yaşayarak öğrendiği zaman hiç unutmuyor bazı şeyleri. O beyefendi aldığım puanlar karşılığında iyi de para verip beni ödüllendirmişti. İstanbul’a dönüşümüzde gene dernek ve yeni bilgiler…
Aradan biraz zaman geçince bizim beyefendi derneğe gelmez oldu.Kendisini merak ediyorduk. Biz o zamanlar Laleli’de oturuyorduk ve kendi soyadı ile olan apartmanındaki dairesine ara sıra gidip satranç oynamıştım. Ben de evine gittim kapıyı bambaşka bir bayan açtı ve kendisinin, eşinin kalp krizi geçirdiğini ve vefat ettiğini söyledi. İki üç kez evine gitmiştim ama evinde eşini hiç görmemiştim. Çok üzüldüm baş sağlığı dileyip ayrıldım.
Aradan uzun yıllar geçti ve ben okulda hocalığa başladım. Hocalığımın 8-10. yıllarındaydı zannederim bir kız öğrencim benim satranç oynadığımı falan öğrenmiş bana o beyefendinin ismini söyleyerek tanıyıp tanımadığımı sorunca çok şaşırmıştım. Tanıdığımı ve çok sevdiğimi anlatmış hatta kendisiyle Romanya’ya gittiğimi söylerken evet dedi benim annem de o zaman kendisiyle oradaydı demez mi. Babasının işlerinin bozulduğunu ve kahrından kalp krizi geçirerek öldüğünü annesi anlatmış. Bizim öğrenci doğmadan vefat etmiş beyefendi. Nereden nereye. Zannederim annesini de yakın zamanda kayıp etti, şu anda o öğrencim güney de bir yerde müzisyen olarak hayatına devam ediyor ve kendisiyle sosyal medya üzerinden görüşüyoruz…
ANILAR XXIX
Çok fazla olimpiyad, balkan birincilikleri ve ferdi turnuvalar ile Türk satrancına katkılarda bulundum. Bütün bunların yanı sıra gerek idareci, gerek eğitmen ve gerekse köşe yazarı olarak da satranca hizmet ettim. Zannederim iki yıl kadar TRT ikinci kanalda her çarşamba akşamları saat 20:00 de satranç programı yapmış ve çok beğeni almıştım. Bu programı yaparken satrançtan, satranç dışı çok şey öğrenmiştim.
Birgün okulda odamda otururken o zamanlar yayın hayatına yeni başlayacak olan bir gazeteden köşe yazman için teklif gelmişti. Konu satranç olunca hemen kabul ettim ve günlük olarak çok cuzi bir rakamda anlaştık. Gazete yayına başladı önceleri ücretimi aksatsalar da ödüyorlardı ancak uzun zaman ödemediklerinden (bir yıldan fazla) ben de birgün o gazetede yazı yazmamaya başladım. Şu an o gazete çok iyi durumda belki birgün bana olan borçları akıllarına gelir diye nafile düşünüyorum…
Satrancın hayatıma kazandırdığı en önemli özellik sabır idi. İnsanları olduğu gibi kabul eder ve daima çok ama çok sabırlı davranırdım bu özelliğim hala aynı doğrultuda devam etmekte. Beni yakinen tanıyan okuldaki meslekdaşlarım benim bu huyuma açıkca kızarlar ve de bu kadar da olmaz derler.
Bundan yaklaşık on – oniki sene kadar önce arabamla minik bir kaza yapmıştım. Şu anın parasıyla en fazla 600-700 tl civarında bir tamir ücreti vardı. Ancak okulda işler çok yoğun olduğundan çok sevdiğim bir öğrencimin vasıtasıyla aracı İstanbul Maslak sanayiye götürüp teslim etmiştim. Teslim ederken yanımda hoca arkadaşım da vardı. Teslim ettiğimiz kişi sanayide tanınan bir tamirciydi.. Zaman geçtikçe bizim araçtan haber yok …. kısa keseyim sonuç itibariyle aracıma el koyduğunu ve kendisinin mafya olduğunu ve geri vermeyeceğini açıkça söyledi. Bu arada bana araç kırmızıda geçtiği için ceza gelmekte ve kendisini arayıp ikaz ettiğimde de rica ederim hocam cezaları ben ödüyorum diye yaklaşımda bulunan bir kişiydi. Aslında olaya onun açısından bakınca adam mesleğini icra etmekteydi. Bir ara okuldan zaman bulup savcılığa suç duyurusunda bulundum. Bulundum bulunmasına ama bunu gece eve giderken suratımın dağılmasıyla ödedim. Gece hastahane dönüşünde beni gene aradı hatırımı sordu.. Zannederim korkmuştu ölmüş olmamdan bizim meslek erbabı. Yani düşünceli biriydi.. Baktım iş ciddi kendime avukat bile tuttum ama o da işe yarmadığı gibi bir de avukat ücteri ödedim. Bu olay devam ederken okula bir bey geldi ve benim arabaya 3000tl kapora verdiğini ancak adamı bulamadığını, ruhsattan beni bulduğunu falan söyledi. Kendisi Çorumlu bir beydi. Olayı anlatıp kendisiyle ortak olmadığımı benim arabama el koyduğunu anlattım. Yanımdan ayrılırken biraz sinirliydi ancak bana inandığını Çorumdan leblebi gönderdiğinde anladım. Bizim tamirci benim arabayı üç farklı kişiden kapora alarak onları da dolandırmıştı. Benim araba daha satılmadan ücretini kaporolarla çıkarmıştı zaten.
Savcılığa verdim olmadı, avukat tuttum gene olmadı zaten ilgilenecek zamanım da yok ben de kulakları çınlasın satranççı bir avukat arkadaşıma durumu telefonla anlattım. Ki kendisi dolandırıcılık üzerine doktora yapmış. Bana gülerek aracı ver kurtul dedi. Araçta esrar, silah vb… şeyler taşırken yakalanırlarsa seni içeri atarlar ama ben seni on güne çıkarırım gibi sözlerle içimi rahatlattı. Ben de hemen araca el koyan beyefendiyi aradım ve aracı kendisinin üstüne yapmak için istediği notere gitme teklifinde bulundum ancak kabul etmedi. Aracı müşteri bulunca satacağını ve benim de yardımcı olmamı rica etti. Aradan biraz zaman geçince beklediğim telefon geldi ve araca müşteri çıkmıştı. Hep baraber notere gidip aracımın satışını yaptık. Satıştan aldığı ücretin beşte birini de bana verme nezaketinde bulundu. Ben de aldığım bu para ile avukat ücretimi ödedim ve satışı da okuldaki arkadaşlarla kutladık..
Şaka bir yana bu bir gerçek.. Öyle detaylar var ki… Ben bir birey olarak yapmam gereken herşeyi yaptım ama olmadı. Araç satışından üç sene sonra savcılıktan takibata gerek yoktur diye cevap bile gelmişti..
Türk müziğinde Şedd-i Araban diye bir makam vardır… Ben de Şedd-i Arabam diye kendimlen dalga geçiyordum…
Ne oldu biliyormusunuz… Bir daha araba almamaya karar verdim. ?
ANILAR XXX
Atinada uluslararası ferdi bir turnuvadayım.. Makropoulos davet etmişti.. Açık bir turnuva ve de kuvvetli oyuncularla dolu. Tek Türk oyuncu benim ve o zaman daha Almanya birleşmiş değil. Turnuva şehrin banliyosunda barış ve kardeşlik adındaki futbol stadının içerisindeki salonlardan birinde yapılıyor ve stadın karşısındaki otelde de oyuncular kalmakta… Otele maç gününden bir gün önce geldim, yabancı oyuncular tek kişilik odalarda kalmakta. Odama yerleştikten sonra saat 15.00 gibi lobiye inip birşeyler içmeye başladım.. Nasılsa maçlar ertesi gün saat 16.00 da başlıyacaktı. Otelde sadece yabancı oyuncular kalıyordu, yunan oyuncular GM leri dahil otelde kalmıyorlardı. Lobide ben birşeyler içerken daha önceden tanıdığım bir ispanyol oyuncu meşhur yağlı saçları ile yanıma gelip bana eşlik etmeye başladı. Otele oyuncular yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı ve hemen hemen hepsini tanıyordum ve gelenler resepsiyondan oda anahtarlarını alıp odalarına yerleşmeden aynı masada birleşmiştik.. Bizleri o ortama çeken tabiki birbirimize olan özlem değildi.. O zamanlar hemen hemen bütün oyuncular sanki mağrifetmiş gibi sıvı tüketirlerdi…
Bizler sohbete dalmıştık ki henüz resepsiyona bile uğramadan orta yaşlı, hafif bıyıklı, kısa boylu uzunca, hafif kilolu zayıf gibi tarifi zor bir fiziğe sahip kişi masamıza oturdu. Diğer oyuncuların çoğu kendisini tanıyor ve hürmet ediyorlardı ancak ben ilk kez o an görmüştüm kendisini. Doğu alman bayağı kuvvetli bir GM olduğunu ilk dublesini bitirince kendisinden öğrenmiştim. Likid katsayıma hürmetinden olsa gerek ki GM, beni çok sevmiş ve kırk yıllık arkadaş gibi sohbete başlamıştı ve ikimizin de yabancı dili aynıydı.. Ana dilimizi kullanıyor ve anlaşıyorduk. Otelde akşam yemeğimizi yedikten sonra oyuncular saat 21.00 gibi lobiden yavaş yavaş odalarına çekilmeye başladılar ne de olsa ertesi gün saat 16.00 da ilk tur başlayacaktı. Ben de tam odama çıkmak için harekete gecerken bizim doğu alman GM elinde bir haritayla yanımda bitiverdi. Kısaca bizimki otelden Atinaya gece son metronun saatini ve de oradan sabah otele gelecek olan metronun ilk saatini öğrenmiş onu bana hararetle anlatıyor ve saatini işaret ederek gitmemiz gerektiğini ima ediyordu çünkü son metro 22.00 deydi.. GM yi kıracak kadar zayıf satranççı olmadığım için otelden ayrılıp metroya doğru yürümeye başladık ve çok mutlu olduğu gözlerinden okunuyordu. Metroda bana oteldeki kahvaltının sabah saat 10.00 a kadar sürdüğünü ve sabah metrosu ile otele dönüp kahvaltı yaptıktan sonra uyumamız gerektiğini, kesinlikle öğle yemeği yemeyeceğimizi uyanıp bir duş alıp maça çıkmamız gerektiğini anlattı durdu.. Adeta GM bir antrönörüm olmuştu ve onun sayesinde dereceye girmiştim çünkü dediklerini harfi harfine uygulamıştım. Neyse Atinanın banliyosundan merkeze gelmiştik metroyla. Metrodan inip ver elini Omonya meydanı…
ANILAR XXXI
……. evet saat 22:20 gibi Atina’nın Omonya meydanındayız bizim Doğu Alman GM ile. Ben daha önceleri de çok kez bulunmuştum bizim komşu ülkede. Omonya meydanına Taksim meydanı dersek İstiklal caddemiz de Plaka denen bölge oluyor. Tabiki bizim Taksim ile mukayese edilmez, çok daha küçük sayılır. Plaka tam bir müzik ve eğlence merkezi gidenler bilirler. Her yer irili ufaklı müzik yapılan mekanlarla dolu. Oraya giden Buzuki’ye doyar ve de adamlar iyi çalıyor, iyi müzik yapıyorlar.
Bizim GM’ye önce bir Suflaki ısmarladıktan sonra Buziki dinlemek ve birşeyler içmek için önümüze çıkan ilk mekana girdik. Kendisi dış görünüş olarak çok ciddi görünümlü olmasına karşılık içindeki çocuk çok neş’eli ve hayat dolu idi. Ne de olsa demirperdenin üzerindeki etkileri, izleri tavırlarından belli oluyordu ta ki üçüncü dubleye kadar.
Tavernada yüksek sesle müzik canlı olarak icra edilmekteydi. Laf aramızda canlı yapılan müziğe aşıkımdır. Müzisyenler müziği icra ederken başka dünyalara dalar ve neticede alacağı o küçük rakamları düşünmezler, mutlu olup mutluluklarını paylaşırlardı. Yunan müziğini de çok severim. Ne zaman Yunanistana gitsem oradan yunan müziği kasetleri alıp onları İstanbulda takıldığım mekanlara hediye eder ve yabancılık çekmezdim. İstanbul’da Beşiktaş bölgesindeki bazı mekanlarda yunan müziğine denk gelirseniz inanın benim verdiğim kasetler ve kopyalanmış halleridir.
Bulunduğumuz mekan küçük ve bir o kadar da samimiydi. Müzisyenlerle müşteriler adeta iç içe oturmaktaydı. O loş mekanda mandolin çalan kişi bazen aşka gelip insanlardan kendilerine eşlik etmelerini ister ama çok fazla da ısrar etmezlerdi. GM, içkisini yudumluyor, eliyle ritm tutuyor ancak gözleri hep mahcub şekilde sadece masaya odaklanmış halde dalıp dalıp gidiyordu. Hiç konuşmuyor, sadece müzik dinliyor ve sıvı tüketiyorduk. Zaten aşırı bir ses vardı mekanda. Öyle bir an denk geldi ki müzisyenler müziğe ara verdiklerinde bizim de dördüncü kadehimiz masamıza henüz gelmişti. Çok enteresandır ki dil sorunumuz yoktu. Bir şekilde anlaşıyorduk. Ben önceleri bu Balkan turnuvalarından çat pat slav kökenli kelimelere çok aşinaydım zaten. Müzik yerini insanların konuşmalarına, kahkahalarına terk etmişti. Bizimki bana ne sordu tahmin bile edemezsiniz. Gerçi o zamana kadar çok GM ile sohbetim, beraberliğim olmuştu ancak satrançtan hiç söz etmezlerdi etmezdik. Hatta zannederim Miles’in son turnuvasıydı Yunanistan’ın bir adasında beraber çok güzel günlerimiz olmuştu. Sonra vefat etti. Ancak satranç hakkında hiç muhabbet etmemiştik. .. Evet sorduğu soruya gelince..
Satranç tahtası kaç kare biliyormusun dedi.Halinde, hareketlerinde ve konuşmasında alkolün izleri hiç görülmüyordu. Ben de ciddi bir şekilde gülümseyerek altmışdört dedim ve bana bravo ONEY dedi. İnanın dalga geçmiyordu ve ben de bundan emindim. Akabinde oynarken kaç kare ile idare ediyorsun yani kısaca tüm karelere hakim misin diye sorunca kadehimi yudumlayarak düşünmeye başladım.
ANILAR XXXII
……….. cevabımı beklemeden oyun sırasında tüm kareleri görebildiğin zaman seviyende de değişiklik olur dedi. Boş bir satranç tahtasının canlı olduğunu, her karenin yeri geldiğinde diğerleri ile aynı olmadığını anlatmaya çalıştı ve bana boş zamanlarımda taşlar olmaksızın tahtayı tanımamı önerdi. Örneğin b1 atının en kısa yoldan çeşitli karelere gidebilmesi gibi….Kendisi de satranca oyun sonundan başlamış. Ne kadar klişeleşmiş diyagram bilirsen oyun ortasından oyun sonuna o kadar rahat geçersin demişti. Satrançta hayal gücünün olmazsa olmayacağının hep vurgusunu yapıyordu. Kendisi GM olabilmek için çok zorlu yollar kat etmişti. Düşünün ne bilgisayar var ne de günümüzdeki kadar turnuva var. Saat ilerledikçe biz de mekanımızı değiştirmiştik ama her mekan adeta birbirlerinin kopyasıydı. Mekanların kapanması söz konusu bile değildi. İnsanlar birlikte müzik dinliyor, dans ediyor, sohbet ediyor ve içiyordu. Ancak zaman da geçiyor saatin akrep ve yelkovanı rahat durmuyorlardı. Ne zaman saatime baksam metro olmadığını sabah ilk metro ile otele dönüp kahvaltı ettikten sonra öğle yemeğini yemeden duş alıp maça çıkacağımızı söyleyip duruyordu. Aslında hatırladığıma göre ben open o da 10-12 kişilik kapalı turnuvada oynuyorduk. Oney zaten sana ilk turda zayıf rakip çıkacak ilk tur senin için dinlenme sayılır onun için rahat ol diyordu. Haksız da değil bu open turnuvalarda ilk turda nisbeten eşlendirme gereği zayıf rakip çıkar. Biz bir şekilde sabahı ettik ve ilk metro ile otelimize dönüp kahvaltımızı ettikten sonra odalarımıza çekildik.
Saat 15.30 gibi benim odanın kapısı çaldı ki ben henüz uyuyordum. Bizim GM hadi duşunu al seni lobide bekliyorum saat 16.00 da maç başlıyor dedi. Gerçekten çok iyi iki dost olmuştuk. Lobiye indiğimde bizimki tanınmaz haldeydi. Traş olmuş ve takım elbise, gravat, gömlek v.s. şaşırmadım desem yalan söylemiş olurum. Zannederim kendisi katıldığı turnuvanın en yüksek ratingli oyuncusuydu. O zamanlar Yugoslavya da henüz dağılmamıştı ancak sancıları oyuncularına yansımaktaydı.
GM, maçlara beraber gideceğimizi, akşam yemeğinde de beraber oturacağımızı ve maç sırasında ayakta karşılaşırsak yalandan birkaç kelime edip gülümseyeceğimizi bana tembihlemişti. Yani daima onun gölgesindeydim. Tembihlediği başka bir şey de diğer oyuncularla fazla yüz göz olmamamdı ki çoğunu tanırdım. Ama söylediklerini harfiyen uyguluyordum. Ben de onun gibi yürüyor, onun gibi masadan çok seyrek kalkıyor, onun gibi vs vs…. Kendimi GM zannetmeye bile başlamış gibiydim adeta. Hani piyon aynaya bakmış kendini vezir sanmış ya aynen öyle işte….
Atina’daki turnuva tüm hızıyla devam ediyordu ve bizde rutin hayatımıza devam etmekteydik. Akşam yemeğinden sonra Plaka ve sabah metrosu ile otel akabinde turnuva. Bu döngümüzü hiç aksatmadık öyleki bazı geceler yabancı oyuncular da bize takılmaya başladılar ama onlar gece geç saatlerde taksiyle otele dönüyorlardı. Kendisinden satranç adına gerçekten çok şeyler öğrenmiştim. Yaşayarak öğrendiğimden olsa gerek ki hiç unutmadım. Bilgi paylaşımı karşılıksızdı. Devamlı konuşuyor ve oyun oynarken nasıl düşünmem gerektiğini devamlı tekrar ediyordu. Konuşmayı çok seviyordu ama sadece likitsel ortamda.. Diğer zamanlarda kimseyle konuşmaz, soru soranlara bile lütfen cevap verirdi. Bizim bu beraberliğimiz yüzünden diğer oyuncular benden çekinmeye bile başlamışlardı. Düşünsenize turnuva salonunda biz sessiz sessiz sohbet edip gülüşüyorduk. Bu da demektir ki ben de Rusça biliyorum. O zamanlar bu dili konuşandan zaten korkacaksın. Rusya demek satranç demek. Ama bizimki danışıklı dövüştü.. Biz konuşur gibi yapıyorduk etraf tırzsın diye..
Yazımın sonunda bu birikimlerimi sizlerle maddeler halinde paylaşacağım…
ANILAR XXXIII
…..daha önceki yılların birinde Atina’dayken, yüksek okulu da İstanbul’da bitiren yunanlı bir arkadaşımın evinde kalmıştım. Evinin tam karşısında çok eski ve o kadarda büyük bir kilise vardı. O zamanlar kilisenin papazı ile tanışmış şarap ve ekmek davetini kırmamıştım. Yaşça benden çok büyük satranç aşığı bir din adamıydı. Geceleri kendisini kırmam ve satranç oynardık. Aslında sadece o ortamı anlatmama sayfalar yetmez inanın. Neyse bizim GM yi de bir gece oraya götürmek için söz aldım ama gittiğimizde bizim papaz vefat etmiş olmasına rağmen gece gece bizi içeri davet ettiler ve rutin sunumlarından yaptılar. GM yi oraya çeken zaten bedava şaraptı. Bizimki ateist olma ihtimalinden midir nedir mekandan (kilise) çok rahatsız olmuştu kimbilir belki de korkmuştu. Ancak tadından belli ki şarabı kendileri üretiyorlardı. Aslında bu son yazdığımın konu ile hiç ilgisi yok sadece aklıma gelen minik bir ayrıntıydı. ?
Turlar birbirini kovalamakta ve bizimki açık ara önde gitmekteydi. Ben de performansımın üzerindeydim ve ertesi gün son tur başlayacaktı. Son turlar geleneksel olarak sabah saatinde başlar. Bizimki birinciliği öylesine garantilemişti ki yenilse bile birinci olacaktı. Zannederim benim de para ödülü almam için beraberlik yetiyordu. Daha doğrusu en az berabere kalmam lazımdı. Son tur sabahtan olacağı için o gece gitmeyeceğimizi düşünüp adeta kaçarcasına odama çekilmiştim. Beni Lobide göremeyen GM odama gelmiş ve eliyle saati işaret ederek metroyu kaçırmamamız gerektiğini söylüyordu. Biz gene metro ile Plaka’ya gittik ve rutin hayatımıza devam ederken bana sabahki maçımda açılışı çok çabuk oynayıp kendimden emin bir şekilde berabere teklif etmemi söyledi. Beyaz taşlar sende ve rakibin kesin kabul edecek dedi ve dediği de oldu. Ben de kendisinin rahat olduğunu ve maçının hemen beraberlikle biteceğini söyleyince bekle ve gör dedi…
Sabah metro ile otele dönüp kahvaltımızı yaptıktan sonra ucu ucuna maça başladık. Benim oyun anlaşmalı bir şekilde beraberlikle sonuçlandı.. Tıpkı dediği gibi olmuştu. Ancak bizim GM nin masası maçın başı olmasına rağmen kalabalıklaşmış ve sesli konuşmalar olmakta. Bizimkinin rakibi Yugoslav bir GM ve turnuvada sonlarda gidiyor. Berabere teklif etmiş yugoslav oyuncu ancak bizimki kabul etmeyince zaten sana yarım puan bile yetiyor nasıl kabul etmezsin gibi çıkışmalar, konuşmalar…. ve maç oynandı ve bizimki kazandı..
O maçtan sonra yani son turdan sonra kendisini ödül töreninde biraz görür gibi oldum ancak ayrılığı, vedayı sevmediğinden olsa gerek apar topar ülkesine döndü. Ertesi günün sabahı ben de otelden ayrılmak için resepsiyona anahtarı teslim ederken bana yüklü bir hesap çıkmasın mı. Aslında fazla muhabbetim olmayan ispanyol oyuncu otele olan telefon borcunu benim odaya yazdırmış ve benim ödeyeceğimi söylemiş. Hemen kendisini buldum henüz otelden çıkışını yapmamıştı. Parası olmadığını daha sonra başka bir turnuvada karşılaştığımızda bana ödeyeceğini söyledi bizim hippi kılıklı yağlı saçlı ispanyol arkadaşım. Ben ödemeyi yaptım, ama bizimki hala bana borçlu. Gens Una Sumus….
GERİDE KALANLAR….
- Maç esnasında daima kendinden emin bir potreye sahip olduğunu hem rakibine hem de muhtemel rakiplerine yansıt.
- Mecbur kalmadıkça diğer oyuncular ile satranç hakkında konuşma, yıldırım oynama ve analizlere iştirak etme.
- Kılık kıyafetine dikkat et, daima bakımlı ol ve herhangi bir sıkıntın olsa dahi bunu kesinlikle belli etme.
- Doğal ihtiyaçların dışında kesinlikle masadan kalkma ve maç sırasında alışık olmadığın maddeleri tüketme.
- Rakibin senden zayıf veya kuvvetli de olsa bunu hiç düşünme, oyun disiplinini bozma.
- Hep aynı açılışları, devam yollarını oynama. Ara sıra sistem oynamayı tercih et.
- Oyun sırasında kesinlikle taşlarını falan sayma, önemli olan pozisyondur ve bunu aklından çıkarma.
- Tahtanın hepsine hakim ol ve tüm karelerin (64) var olduğunu unutma.
- Hamleni yapmadan önce bir kez daha düşünmen gerektiğini hatırla.
- Rakibin düşünürken de düşün, düşünmesen bile masadan kalkma düşünürmüş gibi yap.
- Maç sırasında oyundan başka hiçbirşey düşünme, konsantre olabilmek maça ortak olmak demektir.
- Hangi konumda olursan ol gevşeme ve maçtan kopma.
- Oyunda en önemli taş Piyon dur. Çünkü geri gitmez. Piyon sürerken bunu unutmamalısın.
- Hamle sırası sende düşünüyorsun ya. Sanki o hamlede olsa diye düşün ve onun planlarını bul ve çürüt.
- Zaman sıkışmasına girmemeye çalış bunun için de masadan kalkma.
- Oyun sırasında konsantrasyonun bozulmamalı. Dış etkenler seni etkilemesin.
- Oyun esnasında neticenin ne olacağını asla düşünme zaten olması gereken gibi olacaktır.
- Maçını oynarken ve bitiminde centilmenliğinden taviz verme.
- Satrancı sevmek sonuçlarına katlanmaktır.
- Maçın sonucu ne olursa olsun almasını biliyorsan çok şey kazanmışsın demektir.
- Oynadığın maçlarını turnuva sonrası evinde rahat bir ortamda ve tek başına analitik olarak saatlerce analiz et.
Hayatın sadece satranç olmasın.
Anılar XXXIV
Hiç aşık oldunuzmu,gerçek aşkı hiç yaşadınızmı…Sizi bilmem ama ben henüz çocuk denecek yaşımda aşık oldum ve bu aşkım hala aynı hararetiyle devam etmekte. Önceleri çok tatlı başlıyor ama sonra daha çok tanımaya başlayınca birbiriizi fedakarlıkta bulunmaz iseniz sizi hemen terk ediyor. Sizinkisini bilemem ancak benim yaşamakta olduğum aşk hala tek taraflı olarak devam etmekte. Yani veren taraf hep ben oldum ama bundan da şikayet etmemekteyim çünkü karşılığı tarif edilemez bir mutluluk. Bu aşk sayesinde neler neler öğrendim bilemezsiniz. Çok fazla anı biriktirmişimki bunu yazmaya başlayınca daha iyi anlıyorum.Ne zaman yazmak için pc nin başına otursam inanın bir saatim acaba hangisini paylaşsam düşüncesiyle geçiyor..
Üç kez avrupa gençlerde oynamıştım ve doğaldır ki en iyi derecemi de (grup 3.) son katıldığımda almıştım. İnsan aynı ülkeye , aynı şehire ard arda gidince ister istemez mekanları yadırgamıyor. Hollanda-Groningen…Öyleki belediye otobuslerinin gidiş geliş saatlerinden tutun da aklınıza gelen gelmeyen bütün ayrıntıları,şehrin en güzel ve bir o kadarda salaş mekanlarını gide gele öğrenmiş ve o mekanlarda da çok arkadaş edinmiştim. Yirmi yaşından gün aldığınız zaman artık bu turnuvalara katılamıyorsunuz ve de benim son hakkım.
Amsterdam dan Groningene tren seyahatinden sonra turnuvanın yapılacağ aynı oteledeyim üçüncü kez. Resepsiyondakilerden tutun da orada diğer çalışanlar beni hararetle karşılıyor ve tüm sevecenlikleriyle hoşgeldin diyorlar….Elimdeki klasik küçük sarı çantamla daha önce de iki kez kaldığım odamdayım. İnsan yaş olarak büyüyünce bakış açısı da farklı oluyor. Kaldığım oda aynı oda ama sanki ben orada geçen iki turnuvanın izlerini anımsıyor gibi duygular içinde, daha önceleri yapmış olduğum hataları yapmamam gerektiğinin bilincinde gibiyim. Bu turnuvaya katıldığım ilk sene(’73 veya’74) oda arkadaşım-şu anda iyi GM lerden sayılır- çekmecede bulunan kutsal kitapların sayfalarından uçak yapıp pencereden uçurduğunda çok şaşırmıştım. Aynı kutsal kitaplar çekmecede gene duruyordu. İncilin başında ,zannederim ilk sayfasında yanlış hatırlamıyorsam ”so was written,so shall be done” yazıyordu. Sonradan öğrendiğime göre ”böyle yazılmış,böyle olacak” manasındaymış…Nedense avrupalı oyuncularda din olgusu adeta yok denecek kadar azdı veya hiç çaktırmıyorlardı. Ben de bir avrupalı oyuncu olarak onlarla aynı akorda idim. Satrancın dışında oyuncular müzik ve edebiyattan söz ederlerdi hep. Ben Beatles müziği ile ilk kez orada tanışıp orijinal kasedini satın almış ve tüm parçaları ingilizce bilmememe rağmen ezberlemiştim. İnanın satranç bana kendisinin dışında da çok şeyler kattı..Olumsuz olanlardan da dersler çıkarıp bir daha yapmadım.
Şimdi sizlere inanmakta zorlanacağınız bir yaşanmışlığımı anlatacağım…
devam edecek… az sonra….
Anılar XXXV
…..Groningen’deki turnuva bitmiş ve ben de mutlu bir şekilde turnuva yöneticileri,oyuncular ve görevlilerle vedalaşıp trenle Amsterdam’a gelmiştim. Ocak ayının henüz ilk haftasıydı ve hava da doğal olarak hatırı sayılır derecede soğuktu. Saat sabahın 03.00 ü gibi trenden indikten sonra garın karşısında bulunan Polska otelde zaman geçirip hava limanı otobüsü ile uçağıma geçmeyi planlamıştım ki ancak otel daha kapalı idi. Hava soğuk ,yerler kar içinde … aslında cebimde de iyi param olmasına rağmen gidecek, zaman geçirecek kapalı mekan yok. Ben ne yapacağımı düşünürken hemen az ilerimdeki küçük telefon kulubesinde bir kişi dikkatimi çekti.Telefonla konuşmuyordu ve oraya ısınmak için girdiğini anlamıştım. Dışarda da iki kişi titriyerek durmaktaydı. Belli bir zaman sonra içerdeki yerini dışarda bekleyene bıraktı olayı çözen bende hemen kuyruğa girerek bu şahane nimetten istifade ettim ki polis gelip kovalayana kadar..
Zaman geçmiş ve otel kapılarını açmıştı. Hemen otele girip sıcak birşeyler içerek kendime geldim. Elimde küçük sarı çantam,Amsterdam-İstanbul (KLM) uçak biletim ve cebimde de param… keyfime diyecek yok..Aaaa bir de elimde kazandığım kupa var. Zannederim benim saat 14.00-15.00 gibi hava limanında olmam yeterliydi ve havaalanı aracını bekliyorken nasıl oldu bilemiyorum ama otelin gazinosu ile göz göze geldim. Zamanımı boşa harcamamak fikriyle kollu makinenin karşısına geçip ufak ufak oynamaya başladım. Nasılsa yanımda param vardı uçak biletim de var.. Oynuyorum ve devamlı kaybediyorum inanılmaz gibi bir kez de olsa o kollu canavar bana kapik bile vermiyor. Oynadım oynadım ve paramın hepsini saygı değer makinaya verdim. Planım gereği zaten mecburen gelecek olan aracı beklerken gözüme otelin içindeki küçük masalarda oturan hostes kılıklı kızlar ilişti. İsteyen kişilere uçak bileti satıyorlardı. Her masada farklı bir havayolunun temsilcisi oturmaktaydı. Bunlar bilet satıyorlarsa acaba benim elimdeki bileti de ben onlara satabilirmiyim diye bir fikir aklıma gelmez mi. Hemen KLM in masasına gidip biletimi satmak istediğimi söyledim ve %20 eksiğine satarak kaybettiklerimi çıkarmak için gene aynı kollu canavarın karşısına geçtim. Çok uzun sürmedi o sahip olduğum miktarı da kaybetmem. İyice hafiflemiştim. Elimde sarı çantam kazandığım küçük kupam ile otelden dışarı çıktım. Tabiki artık uçak biletim ve param kalmamıştı. Normal insanlar gibi ben de havaalanı otobüsüne bindim. Aracın kalkmasını beklerken hem kendi halime gülüyor hem de ne yapacağımı düşünüyordum. Araç hareket etti ve istikametine gitmek için otobanda giderken inanmazsınız Beatles çalıyordu. Biraz gittikten sonra şoförün yanına gidip otobanda inmek istediğimi söyledim nasıl oldu bilmem ama bir şekilde araçtan inip yaya olarak geçen arabalara otostop çekmeye başladım.Tabiki kimseler durmuyordu. Beklemek yerine yürüyerek bu işlemi yapmam daha akılcıydı hava malum soğuk.. En sonunda benim otostop işe yaramış olsa gerek ki kocaman bir tır çook ileride anca durabildi beni almak için ve ben de koşa koşa araca gittim ve Tır’a zor da olsa bindim. Haytımda ilk kez Tır’a binmiştim . Aracı kullanan çok iri yarı bir Alman dı. Sarı kızıl arası renkli hafif kıvırcık sakallarıyla bizim Hans benzetmesi yaptığımız bir karakterdi. Bana nereye gideceğimi sordu ben de İstanbul deyince yüksek sesle kahkahalar atarak gülmeye ve tabiki anlayamadığım cümleler kurmaya başladı ama araç bu arada gidiyordu ve ben de içinde super bir sıcaklıkta oturuyordum. Bilemem aranızda hiç Tır’a bineniniz oldumu. Çok geniş ve çok rahat bir mekan. Bizimki almanca şarkılar söylüyor bir yandan aracı kullanıyor ve içtiği küçük Amstel kutu biralarını benimle paylaşıyordu.Oturduğum yerin arka tarafında yatak, küçük bir buzdolabı ve 20 lik veya 25 lik bir sürü Amstel biraları vardı. Bana devamlı almanca bişeyler anlatıyor,gülüyor,içiyor ve şarkı söylüyordu. Çok neş’eli ve konuşkan biriydi ve ben tabiki tek kelime belki anlıyor anlamıyordum. Tır ile de otobanın keyifi bir başkaydı.. Ben de ona ayıp olmasın diye verdiği her Amstel’i geri çevirmiyordum. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama uyandığımda üstümdeki battaniyeyi görünce çok sevinmiştim. Beni uyandırıp inmemiz gerektiğini söyledi ve araçtan indik. İndiğimiz yer Tır doluydu. Beraberce birşeyler yemek için mola yerindeki mekana girdik. Sanki herkes birbirini tanıyor gibiydi. Bizimki oradakilerle birşeyler konuşuyor arada sadece İstanbul kelimesini anlıyordum. Böyle bir şans olamazdı.. Aralarında anlaşıp beni farklı farklı tırlar ile Sofya ya kadar ulaştırdılar. Gerçekten çok inanılmaz bir seyahat olmuştu benim için. Sofya ya gelince artık ben de zannederim çok yorulmuş olmalıyım ki cebimde hiç param olmamasına rağmen bir taksiye binip Türk Konsolosluğu dedim. Konsolosluğun önünde inip görevlilerle konuştum taksiyi ödediler sağolsunlar. Allahtan elimde kupam var beni trene bindirip sirkeciye kadar gitmemi sağladılar. Cebime harçlık bile vermişlerdi. Tren Sınırda marşandiz değiştirip sirkeciye sınırdan 22 saatte gelmişti bu arada…
Şimdiki oyuncular çok şanslılar başlarında onlara eşlik eden büyükleri var.
Ben de yaptığım bu hatayı önceleri kendimden bile gizlemiştim. Zannederim ilk kez paylaşıyorum siz dostlar ile.
Tecrübe tecrübedir…Aman haa…..
Anılar XXXVI
İlk aşk unutulmazmış. Unutulmadıda ancak yanına öyle bir aşk daha geldi ki ikisinin de uyumları muhteşemdi. Evet Satranç ve Müzik. Hayatımdaki vazgeçilmez ikili. Yetmiş yılında tanıştığım satranç ve yedi sene sonra hayatıma giren müzik. Müzik ile tanışıp kaynaştıktan sonra satranç karakterimde de değişimler oldu. Artık daha pozisyonel oynamaya başlamıştım. Hatta bir aralar Af3 veya kapalı sistemler oynayarak oyun ortasında sanatsal konumlar elde edebilmek için çaba sarfediyordum.
…………….
…………….
ANEKTODLAR…
* Balkaniadın birinde oynuyoruz. Bizim oyuncularda biri rakibinin iki taşınıda istiyor ve dolaşırken yanıma gelip bak iki taşı da istekte kazanıyorum. Bunlar nasıl GM falan diye havalarda. ’70 li yıllar. Gittim maça baktım. Bizimki matematik olarak gerçekten haklı. GM nin iki taşı da istekte ve ciddi ciddi düşünüyor derken üçüncü taşını da boşa koydu ve üç beş hamle sonra kazandı. Maçtan sonra sordum GM ye neden bu kadar çok düşündün diye. Ölümsüz parti atınca maçımı informatora yolluyorum kabul görürse bedava informator yolluyorlar demez mi. Ben de bunu öğrenince ileriki zamanlarda oynadığım üç oyunumdan üç informator kazanmıştım.
* Takım halinde katıldığımız turnuvalarda özellikle bayan takımındaki oyuncuları ertesi gün oynayacakları rakiplerine hazırlardım zaman zaman. Gene bu hazırlığın birinde bizim bayan oyumcularımızdan birine Reti sistemini saatlerce anlattım o da gerçekten anlamıştı anlattıklarımı. Ertesi gün maç başladığında rakibiyle el sıkıştılar ve bizimki ilk hamle olarak e4 oynadı. ……………………..
* Olimpiyatın birinde rakip oyuncu bizim oyuncumuza şah çekmiş durumda ve bizimkinin tek hamlesi Şh1. Yani ne bir şey kapatabiliyor ne de başka bir yere kaçabiliyor. Bizimki yirmi dakika düşünüp Şh1 yaptı ve sonra zaman sıkışmasından kayıp etti. Maçtan sonra neden bu kadar düşündüğünü sorduğumuzda Şh1 den sonraki varyantları düşündüğünü söylemişti.
*Hep oyuncu olarak katıldım turnuvalara ama zannederim üç kez sekundatliğim ve bir kez de olimpiyatta takım kaptanlığım var.
Aramızda 6-7 yaş fark olan çooook sevdiğim genç bir oyuncumuzun sekundantı olarak İstanbuldan otobüs ile yola çıktık. Biz şirketi Bosfor olarak biliyorduk ancak Asformuş. Neyse otobüs Belgrad’a henüz gelmişti ki biz otobüs ile devam etsek ancak 2. tura belki yetişebilirdik. Hemen otobüsten inip Belgrat’tan trene binerek yolumuza devam ettik. Ucu ucuna ancak yetişebilecektik ve biz de kompartmanda karşılıklı oturmuş manzarayı seyrediyor, sohbet ediyorduk. İkimizin de gözünden uyku akıyor ancak uykuya kalırsak ineceğimiz durağı kaçırma riskimiz kaçınılmazdı. Çözüm olarak elimizdeki gazete veya dergiyi rulo yaptık uykuya dalanın kafasına vurarak uyuma engellenecekti. Bu uyandırmaları karşılıklı olarak çok kez yaşadıktan sonra öyle bir an geldiki ikimiz de uyuya kalmışız. Nasıl oldu bilinmez tren durduğunda ikimiz de aniden uyandık ve o durak ineceğimiz durak idi. Hemen inip bir taksiye binerek apar topar turnuva salonuna gittik ve maçlar başlamıştı. O zamanlar bir saat gecikme süresi vardı oyuncuların tabiki saat alehine çalışmakta. Bizimki hemen maça başladı ve rakibine minyatür attı.
Maçtan sonra kalacağımız öğrenci yurduna yerleştik. Bina çok katlı idi ve de çok genişti. Her katta çok uzun koridorlar vardı ve aynı katta zannederim yirmi kadar karşılıklı iki kişilik odalar bulunuyordu. Kaldığımız oda caddeye bakıyordu ve tavanı son derece yüksekti üç-dört metre kadar.Tavana çok yakın olan yerde de enine-boyuna geniş bir dolap vardı. İçinde battaniyeler mevcuttu. İlk gördüğümüzde çok yadırgamış ve oradakileri alabilmenin ne zor olduğunu falan konuşmuştuk.
daya yerleştikten sonra dışarı çıkıp kasabayı dolaşırken benim süper yetenekli genç oyuncum (çok ciddiyim) dükkanın birinde gördüğü DART’ı almak istediğini söyleyince hemen kabul ettim. Ne de olsa antrönördüm ve oyuncumun isteklerini yerine getirmeliydim. Alacağımızı alıp hemen odamıza döndük ve odanın kapısının arkasına Dart ı yerleştirip saatlerce oynadık. Doğal olarak kapı ve yerler delik deşik olmuştu. Ertesi gün maçtan sonra odamıza döndüğümüzde Dart’a el koymuşlar zarar vermeyelim diye. Turnuva bitince teslim edeceklerini söylediler. Biz de saygıyla karşıladık bu yaklaşımlarını. Ancak benim çok zeki oyuncum yeni bir Dart alalım ve odaya gizlice sokalım, oynadıktan sonra saklarız zaten her yer delik deşik bir şey anlamazlar deyince bu teklifine hayır diyemezdim. Biz maçlardan sonra Dart turnuvamıza devam ediyorduk. Merak edenler için belirteyim satranç turnuvası da çok başarılı bir şekilde devam ediyordu. Bulunduğumuz yer İnsburg du. Hararetli şekilde devam eden Dart’ın o sıkıcı temposundan rahatsız olan oyuncum Dart ile o an henüz icat ettiği CESARET oyununu oynamamızı teklif etti. Ben kuralları sormadan kabul ettim. Kural çok basitti. Odada birbirimizden uzakta karşılıklı olarak çıplak ayakla duruyor olacağız ve ayağa en yakın atan kazanacak ancak ayağını çeken hükmen kayıp ediyor. Bu Dart ile oynanan cesaret maçlarından sonra ayaklarımız kan revan içinde kalırdı ama kazanan da hep o olurdu. Boş gün. Tüm oyuncular, yöneticiler teleferik ile dağ yolculuğuna çıkmıştık. Teleferik tekli koltuk yani herkesin teleferiği kendine özel öyle ip gibi sıralanmış gidiyoruz. Bizimki kendi oturduğu teleferiği sallamaya başlayınca tüm teleferik sallanmış ve çığlık sesleri yankı yapmaya başlamıştı. Ama yönetici bayan çok korkmuştu…
Gene bir gece odada oturuyoruz ve uyumamıza az bir süre var. Ben acaba bu gece ne yapacak diye düşünürken o tavana yakın olan dolapta uyumak istediğini söyledi. Gerçekten dolaba ulaşmak çok zor olduğundan ben de kabul ettim nasıl olsa oraya çıkamazdı. Üç sandalyeyi üst üste koyduktan sonra bir kaç kez devrilmenin sonucunda dolaba yerleşti. Ben yastık ve çarşafını bile uzatmakta zorlanıyordum ve o bir kaç gece dolapta uyudu. Ama maçına olumlu etki ediyordu. Uyurken dolaptan düşse kesin bir yeri kırılırdı. Bana da yöneticiler nasıl oldu bu kırık diye sorsalar herhalde cevabımdan sonra ikimizi de bir yere kapatırlardı. Neyseki dolap ile ilgili bir sıkıntı yaşamamışltık turnuva süresince.
Bu da bitince biz de yavaş yavaş turnuvanın sonlarına geliyoruz.Son turlarda alınan puanlar altın kıymetinde. Sıralama için çok önemli. Benim super oyuncum bu gece hayaletçilik oynamak istediğini söyleyince ben de tabiki bu isteğini kırmadım ve kabul ettim. Oyun şöyle idi. Normal saatimizde uyuyacağız ancak sabaha karşı uyanıp ben diğer oyuncuların kapılarını çalıp kaçacağım o da koridorun sonundan beyaz çarşafla gözüküp kaybolacaktı. Biz bu oyunumuzu iki gece sürdürdük. Kapılarını açanlar hayaleti görünce gerçekten çok korkup hemen kapılarını kapatıyorlardı. Ertesi gün sanki olay bizim başımıza gelmiş gibi hayalet gördüğümüzü anlatıyorduk ama onlar bize hayal gördüğümüzü söylüyorlardı. Aslında yaşayanlar onlar dı ama çaktırmıyorlardı. Ancak bizim hatamız bu olayı gece hep aynı saatte yapıyor olmak oldu. Ne de olsa onlarda satranççıydılar. Üçüncü hayalet seansımızı adeta bekliyor gibiydiler. Ben gene kapıyı çalıp kaçtım ama bizim hayalet koridorun sonundan gözükünce odalardaki oyuncular hayalete doğru koşmaya başlayınca bizimki de çarşafa basıp merdivenlerden yuvarlanmıştı. Çok neşeli bir turnuvaydı.
Gene aynı turnuvadayız. Bizimki tuvalette kitap okumakta ben de maç falan bakıyor hazırlık yapıyorum. Aniden WC den acayip bir gürültü geldi. Bizimki tuvaletten düşmüştü çünkü bu sefer sebep deprem di.
devam edecek……
Anılar XXXVII
* Balkan takım birinciliklerinde oynuyoruz.. Oyuncularımızdan birinin maçı ertesi güne ajurne (erteleme)olmuştu. Bizlerde akşam yemeğinden sonra başladık analiz etmeye. Maç sabah devam edecek. Bizimki zannederim beyazlar ile oynuyor ve çok iyi bir konumda idi. Uzun uzun analizden sonra bizim oyuncunun kazanacağı kanaatine vardık ve analizi sonlandırdık. Sabah saat 10.00 da maç başlamıştı ve ben de başladıktan iki-üç dakika sonra oradaydım..tahtadaki konum ile bizim analizler hiç örtüşmüyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum ancak nafile… İyice duruma adapte olduktan sonra rakibin kısa rok atmış olduğunu fark ettim ve şaşırdım.Yaklaşık 60 hamleden sonra rok hakkı varmıydı…maçın tamamına bakmadığımızdan sormak bile aklımıza gelmemişti analiz ederken. Netice itibariyle bizim oyuncu maçı kaybetti.Hem şaşırmış hem de üzülmüştüm. Maç bitiminden sonra tekrar maça baştan baktığımızda gördük ki siyahların rok yapma şansı yoktu çünkü şahını bir kaç hamle ara ile oynamıştı. Bizim oyuncu maç esnasında bunu hatırlamadığı için kayıp etmişti….
* Buna benzer bir maç İSD’de gerçekleşmişti. İki rakip oynuyor hem de resmi bir turnuvada.. Oyun ortasında beyazlar beyaz fili ile imkansız hamle yapıyor. e2 filini d5 karesine koymak gibi. Rakibi görmüyor ve maç devam ediyor daha sonra imkansız hamle yapan taraf kötü vaziyete geçince hakeme itiraz neticesinde konum geri alınmış ve imkansız hamlenin yapıldığı andan itibaren devam ettirilmişti….
* Ben de istanbulda önemli bir turnuvada oynuyorum ve çok sevdiğim bir arkadaşım turnuvada çok kötü gitmekte.O gün beraber oynayacağız.. bizimkisinin morali çok bozuk ve bana dedi ki bak feri ben bu turnuvada iyi değilim ,berabere yapalım.Ben de kabul ettim ve maç başladı ben siyahlarla oynuyorum.. 8-10 hamleden sonra hadi berabere dedim ancak kendisi iyi konumda olduğunu söyleyip kabul etmedi ve oyun devam etti. Ama bizimki gerçekten çok kötü oynamakta ve iki piyon geride olmasına rağmen tekrar beraberlik teklif etti. Ben yaptım sen yapma gel berabere yapalım dedi..Ben de iyi durumda olduğumu ,iki er fazla olduğumu, söyledim ve tamam berabere yapalım da ben sana bu piyonları geri vereyim ondan sonra yaparız dedim ve kabul etti. Ben piyonları geri verirken gerçekten kötü konuma düştüm ama nasılsa berabere yapacaktık.. Neyse piyonları geri verdim ve hadi berabere deyince hiç bu onum berabere olur mu cevabını alınca yıkılmıştım çünkü konumum iyi değildi. Maça devam ettik ve ajurne oldu..Masadan ayrılırken bana kimseye güvenmemem konusunda nasihat da da bulundu sağ olsun..Ertesi sabah maç sonuna kadar oynandı ve berabere bitti. Kazanç konumu kazanamamıştı.. Kendisini hala çok severim..
Anılar XXXVIII
’70’li yılların ortasına gelindiğinde artık ben de kendimden söz ettirmeye başlamıştım. Süer satranç dergisine “Öney’lerin en küçüğü ama en acarı” başlığıyla kapak olmuştum. Rahmetli İlhan ONAT beni her yaz İzmir’e davet ederdi. Zannederim dört sene kadar aralıksız olarak İzmir’de Onat’ın misafiri olmuştum.. 30 Ağustos kapısının (fuar) karşısında güzel bir dairesi vardı ve orada devamlı satranç oynardık. Önceleri beni yener ve kızdırırdı ama sonra ben hırs yapınca skoru eşitleyip öne bile geçerdim. Çok çeşitli satranç kitapları vardı yani satranç kütüphanesi zengindi. Genelde kendisi beyazlarla d4 oynardı ve sağlamcı bir oyun karakteri vardı. Siyahlarla da d4’e d5 ; e4’e c6 oynar ve oynadığı açılışların fikrini bilirdi. Boşu boşuna IM olmamıştı ki o zamanlarda IM olabilmek çok zordu. İzmir’in sıcağından bunalınca arabasına binip Çeşme Ilıca’daki yazlığında takılırdık. Ben de o da denize girmeyi pek sevmezdik,mayolarımızla kumsalda güneşlenirken hep körleme oynardık. Hatta bu maçların birinde farkında olmadan o kadar yanmıştık ki doktora gitmek zorunda kalmıştık. İlhan Onat eskilerin tabiriyle gerçekten nev’i şahsına münhasır biriydi. Bir eresinde Atina’da Balkaniyad var bana buraya gel burdan gideriz ve beraber hazırlanırız demişti. Ben de İzmir’de Onat ile buluşmuş,evinde hazırlık yapıp çalışmıştık. Oradan Çeşme ve Sakız adası ve oradan da Pire’ye geçmiştik. İlhan beyin meşhur ilaç çantası vardır. İçinde her çeşit ilaç mevcut olup kendi ilacını da kendi yapardı.(Eczacıdır kendileri). Sakız adasına geldiğimizde saat 14.30 civarıydı ve muhteşem çitlenbik ağaçlarının kokusu her yanı kaplamıştı. (O zamanlar koku alabiliyordum ancak şu anlar koku özürlüyüm) Bizi Pire’ye götürecek olan geminin gelmesi için daha dört saatimiz vardı. İlhan bey elinde ilaç cantası olduğu halde yürüyor ancak çantadan bir şeyler sızıyordu.. Hemen söyledim kendisine ve en yakın çay bahçesine girdik. Çay bahçesinde hiç müşteri yoktu masalar boştu. Masaları birleştirip çantasında patlayan ve her yana bulaşan şampuanları tek tek ilaç kutularından temizlemem hala gözümün önünden gitmez.
İlhan ONAT anlatılmaz,yaşanır…
Zannederim İsviçre olimpiyadıydı..Ben Nevzat Bey (Süer) ve İlhan Bey aynı odada kalıyorduk. Benim uyku problemim yoktu ve hala da yoktur ama aramda onlar ile 30 sene fark var. Akşamları İlhan bey ortadan kaybolur ve biz uyuduğumuzda odaya gelir ve geldiğini bizi uyandırarak haber verirdi. Süer ilgilenmese de o muslukları açar,gürültü çıkarıp varlığını ilan ederdi. Ben o turnuvada çok kez koridorda yattığımı bilirim. Zannederim RUTLİ idi otelin adı….
İlhan ONAT ……
Gerçekten çok renkli ve bir o kadar da iyi bir oyuncuydu. Takım arkadaşlarına hep takılır,onları kızdırmaktan haz duyardı ama kalbinde hiç kötülük yoktu. Sadece kullanılmaktan hiç haz etmezdi ve eli çok açık biriydi ama kendi istediklerine…
Bir başka turnuvada bu sefer Onat,Demir Büyüközkaya ile aynı odada beraber kalıyoruz. İlhan bey bu sefer de Demir abi yi gözüne kestirmişti kızdırmak için.Ama o da biliyordu ve hiç kızmıyordu ne yaparsa yapsın Onat. En sonunda gece yatarken Onat yatağından çıkıp ışıkları açıyor ve paralarını bir kaç kez sayıp Demir abinin yüzüne bakıyordu. Bu böyle iki üç gece devam edince olaya dayanamıyan koca Demir , bak İlhan benim param bu kadar al sende kalsın ve bana harçlık ver,senin paranı falan sanki çalıyormuş imasında da bulunma demişti. Yani insanı çıldırmakta üzerine yoktu ancak nedense beni hiç bu şekilde daza getirememişti.
Gene bir turnuvadayız, benim maçım çabuk bitmişti ve çok fena nezle olduğumdan erkenden odama çekilmiş yorganın içine olduğum halde titremeler vs vs… Onat geldi ve maçının ajurne olduğunu ve analiz etmemiz gerektiğini söyledi.. Söyledi ama benim o halimi görünce baş ucundaki ilaç çantasından bana bir ilaç verdi hatta içirdi. 20 dakk. sonra geleceğini söyleyip odadan çıktı. İnanın o geldiğinde ben terlemiş ve duşumu almış bir şekilde taşları diziyordum analiz için. Sonradan söylemişti bana verdiği ilaç kendi yapımıydı….
İlhan ONAT ile ilgili anılar yaz yaz bitemez ki..
Nûr içinde yatsın…
devam edecek……